Kerim ÜLKER
Hatırlayanlarınız olacaktır; 2005 yılında Windsor Şatosu’nda Kuzey İrlanda-İngiltere arasındaki çatışmanın noktası Kraliçe 2. Elizabeth’in verdiği yemekle atıldı. Masada kim mi vardı? 100 yıldır terör örgütü olarak kabul edilen IRA’nın komutanı Martin McGuinness…Anadolu’da da böyle değil midir? Yıllarca aşiretler veya aileler arasında süren kan davaları, kurulan yemek masalarıyla sona ermedi mi?
Orduların kurulduğu, ittifakların oluştuğu, savaşların başladığı, barışların imzalandığı mutfağın tarihini sizlerle paylaşmak istedik bu sayfalarda. Medeniyet dediğimiz olgunun mutfakta, mutfağın da Anadolu’da şekillendiğini göreceğiniz bu köşede ilk adımı çatalla atalım istedim.
Uzun ve karmaşık Latince adlara sahip; tonlarca ağırlığı, metrelerce uzunluğu bulunan dinozorlar tarihle buluştu ama insanoğlu nasıl ayakta kaldı? Bunun yanıtı “Homo Faberus” yani alet yapmasıyla ilgiliydi. İnsanın keskin tırnakları, kocaman dişleri yoktu ama taşı yonttu, madeni işledi ve bıçağı buldu. Bıçağın bir tarihi yoktu aslında. Kaşık ise milattan önce binli yıllarda Mısır’da ilk kez karşımıza çıkıyor. Çatalın yanında gizemli bir hikayesi yok. Ama çatal öyle değil.
Antik Yunan’da denizlere hükmeden Poseidon’un elinde üç dişli mızrak vardı. Şeytanın da öyle… Çatal şeklinde tasvir edilmişti. Belki de ondan dolayı kullanımı uzun zaman dinsizlikle özdeşleştirildi. İngilizcede “fork” Latinceden devşirme. “Furca” kelimesinden türemiş. “Üç ila beş dişe sahip yaba” anlamıyla toprağı işlemek için kullanılmış.
Ancak mutfağa girişi, Vatikan tarafından lanetlenmiş ‘Şeytan icadı’ denilerek. Ta ki 11’inci yüzyıla kadar. Bizans İmparatorluğu sarayında yani İstanbul’da kullanılan çatal, 1000’li yıllarda; yani 11’inci yüzyıl civarında İtalya’da meyve yemek için kullanıldı. Peki İstanbul’dan, İtalya’ya kim götürmüş olabilir? Bizans İmparatoru’nun yeğeni Maria Argyropoulina.
Çeyiz sandığında Avrupa’ya gitti
Venedik Dükü, Doge Pietro II’nin oğlu Giovanni Orseolo ile evlenmek için 1204 yılında Sultanahmet Meydanı’ndan yola çıkan prenses, çeyiz sandığında çatalı da götürür. Pek hoş karşılanmıyor dediğim gibi çatal. Zaten iki yıl sonra Prenses Maria, Avrupa’yı kavuran kara vebadan ölünce, çatalın lanetli olduğu söyleniyor.
Maria’nın elleriyle yemek yemeye tenezzül etmediği için tanrı tarafından cezalandırıldığını düşünen Kardinal Petrus Damiani’nin “Tanrı bu şeytani aleti kullanmamızı isteseydi, bize parmaklarımızı vermezdi” sözüyle o lanet perdesini indirdi. Ta ki Rönesans ve Reform’a kadar. 15’nci yüzyılda karşımıza Leonardo Da Vinci çıkıyor. Hani Osmanlı Paşası gibi giyindiği için, annesinin Türk kökenli cariye olduğu iddia edilen, İstanbul’a gelmek için 2’inci Bayezid’e mektup gönderen dahi çocuk Da Vinci.
Rönesans’la tekrar ortaya çıktı
Rende, spagetti makinesi gibi mutfak aletlerini de tasarlayan İtalyan sanatçı Da Vinci, üç uçlu bir tasarımla çatalı mükemmel bir modele çevirdi. Günümüzde kullandığımız çatalı çizdi, üretti. Ancak kullanılmadı yine. Da Vinci, belki de çatala olan hayranlığından olacak “Son Akşam Yemeği” tablosunda ne çatala, ne kaşığa yer verdi. Masada sadece bir bıçak vardı. O da Hazreti İsa’nın solunda oturan Aziz Petrus’un sağ elinde tuttuğuydu. Bu bıçak da yemekte değil, İsa’yı yakalamaya gelen askerlerden birinin kulağını kesmeye yaramıştı zaten.
Çatala hep düşmanca baktı Avrupa.
Fransa’nın Güneş Kralı 16. Louis, İngiliz tarihinin simge ismi Kraliçe Elizabeth, çatalı yok sayıp elleriyle yemek yemeğe devam etti. Denemeler adlı eseriyle tanıdığımız ve hızlı yemek yemesiyle meşhur Fransız yazar Montaigne, çatal kullanmadığı için birkaç kez parmaklarını fena halde ısırarak yara etmişti hem. Klasik müziğin efsane ismi Claudia Monteverdi, çatalla yediği her lokma için kiliseye gider, üç kez ayine katılırmış; çatalın şeytan icadı olduğunu unuttuğu için…
Ancak çatalın fendi, parmakları yendi ve sonunda sofrada kendine yer açmayı başardı.