Global marka olmanın yolu lokalleşmekten geçiyor

● Renan Bey, sizi tanıyarak başlayabilir miyiz?

1964 Ankara doğumluyum. İlkokulu orada okudum. Sonra Galatasaray Lisesi’ni kazanıp İstanbul’a geldim. Liseyi bitirince de ODTÜ’de Mimarlık Endüstri Ürünleri Tasarımı okumak için Ankara’ya geri döndüm. İstanbul’dan Ankara’ya gelmenin ve ODTÜ’de hazırlık sınıfı okumanın can sıkkınlığı içindeyken kardeşim bir seneliğine öğrenci değişim programına Amerika’ya gitmiş ve dönerken kolunun altında Commodore 64 getirmişti. Bilgisayar programlamaya ve o bilgisayarları ithal edip satmaya başladım. Bahsettiğim sene 1982. 82-87 arasında profesyonel olarak bilgisayar ile uğraştım ve bu bana çok önemli tecrübeler kazandırdı. O yaşlarda kod yazmak kafamın da farklı çalışmasını sağladı. ODTÜ’de sadece gerekli derslere gidiyordum. Sanat tarihi dersini gereksiz görüyordum ancak üçüncü sınıfta gelen kadın hocamız beni Robert Hughes’un Shock of the New kitabı ile tanıştırdı. 1890 ile 1960 arasında her 10 yılda ne oldu? Bunların sosyo-politik, sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel yansımaları nedir ve sanata, mimarlığa, teknolojiye olan etkileri nedir? Kabaca bunları inceleyen kitap “aklın yolu bir”dir sözünü örneklerle anlatıyor. Bu da yakın tarihe daha fazla ilgi duymama ve bugüncü olmama neden oldu. Kendimi bugüncü (nowist) olarak tanımlıyorum. Bugüncü olabilmek için yakın geçmişi çok iyi incelemeniz lazım.

BABAM KARİYERİNİ BIRAKIP İŞLERİ BÜYÜTTÜ

● Nurus hayatınıza ne zaman girdi?

Kendimi bildim bileli Nurus’un içindeyim. Galatasaray’da ve sonrasında da hafta sonları gelip atölyede çalışırdım. Nurus bu topraklara göre hareket etmeyi bilen bir şirket. 95 yaşında şu anda. İsmi annemin babası Nurettin Usta’dan geliyor. Nurettin Usta, Elazığ Harputlu. Diğer kardeşleriyle birlikte mobilya yapmak için Ankara’ya gelmiş 1920’lerde. 65’te de rahmetli olmuş. Vefat ettiği zaman dört kızı var, biri de annem. Diğer kardeşler istemezken annem bu işi devam ettirmek istemiş Siteler’de. Annem siyasal bilgiler mezunu, babam da hukuk fakültesi. PTT’de başmüfettiş olmasına rağmen kariyerini bırakıp işleri büyüten babamdır. Sonra annem ayrıldı, Türkiye’nin ilk halkla ilişkiler bölümlerini kurdu, TİKA’nın kuruluşunda yer aldı. Şimdi ise, işe kardeşim Güran ile ben devam ediyoruz.

● İlk zamanlarınızda aldığınız önemli bir dersi paylaşabilir misiniz?

Liseden mezun olmuş, Ankara’ya dönmüştüm. Babam o sırada İngilizcesini profesyonel haline getirmek amacıyla yurt dışına gitmişti. Atölye o zaman Siteler’de idi. Dedemin yaptığının üzerine babamlar 2 kat daha koymuşlar, 4 katlı 400 metrekare büyüklüğünde bir atölye haline getirmişlerdi. Şirketin o zamanki ismi Nurettin Usta. Henüz Nurus olmamıştı. 1982’de Nurus oldu. Nurus olarak ofis mobilyasına dönüşümüz o zaman. Bir gün, biraz fazla elektrik çektiğim için sanırım kofrayı patlattım. Onu yaptırmam lazım ama param da yok. Bir şeyler üretip satmam lazım. Dedemin eski arkadaşı olan bir yerden kereste almam gerekiyor. Keresteci Bahri-Vehbi Turgut kardeşlere gittim. Kendimi tanıttım. “Akın’ın oğluyum. Nurettin Usta’nın da torunuyum ve keresteye ihtiyacım var ama param yok.” dedim. “Seçtiğin keresteyi bize göster. Biz sana söyleriz doğru olup olmadığını. Ne zaman ödemeyi düşünüyorsun?” dediler. “Şu zaman.” dedim. “O zaman da getir parayı buraya koy.” dediler. Bu büyük bir ders. Omuzlarınızda neyi taşıdığınızı gösteren bir olay. Sizden öncekilerin kazandığı bir itibarın ekmeğini yiyorsunuz. Bu bana neyin üstünde oturduğumu öğretti.

İTİBAR KAYBETMEMEK İÇİN ÇOK PARA KAYBETTİK

● Yurt dışına açılmanıza dair neler söyleyebilirsiniz?

Almanya’ya çok mal satmaya çalıştık. Çok para yaktık orada ama sonunda öğrendik. Bundan beş sene önce Almanya’da sektöründe dünya birincisi olan bir firmanın komple bütün binasını yapmaya kalktık ve bırakın bir kuruş para kazanmayı itibar kaybetmemek için çok para kaybettik ama itibarımıza bir şey olmadı. Hatta itibar bile kazandık. Ama şunu öğrendik ki bir ülkede iş yapmanız için mutlaka sosyo-kültürel, sosyo-politik, sosyo- ekonomik açıdan yakın olmanız gerekiyor. Bugün herkes global marka olacağım diyor. Üç kuruşluk malzeme sattığımız veya orada bir dükkan açtığımız zaman global olduğumuzu zannediyoruz. Onlara markanızla mal satabilmeniz için onlar gibi hareket etmek zorundasınız.

Almanya’ya mobilya satacağım diye soyunduğumuz zaman bunu öğrenmemiz iki, üç senemizi aldı. O kültürde proje yapmak, yani orada komple bir bina yapmak bir tür sözleşme yönetimidir. O sözleşme yönetimi seviyesine gelmiş olmanız gerekir. Halbuki Azerbaycan’da sözleşme yönetmeniz kolay. Kuzey Afrika’da kolay. Müteahhitlerimize bakalım, dünya müteahhitliğinde ikinci-üçüncü sıradayız ama Almanya’da havalimanı yaparak mı oradayız, Amerika’da yol yaparak mı? Bavyera eyaletindeki kurallarla iş yapmayı, para yakarak öğreniyorsunuz. Azerbaycan’da ya da Mısır’da mal teslim edeceğiniz zaman günün herhangi bir saatinde herhangi bir yerde bir kamyonu dayayıp mal teslim edebilirsiniz. Ama bunu Bavyera eyaletindeki herhangi bir şehirde elinizi kolunuzu sallayarak yapamazsınız. Sözleşme yönetiminin yanı sıra atık yönetimini öğrendik. Almanya’da ambalajlarınızı atmanız için para harcamanız gerekir. Ayrıca 5-10 bin dolarlık geliri olan bir ülkede montaj yapan personelinizin size maliyeti ya da montaj yapma kabiliyeti ile 40.000 dolarlık Almanya’da montaj yapan kişinin maliyeti ve çalışma zamanı birbirine göre farklıdır. Siz Türkiye’de malınızın her bir parçasının kilogramını çok önemsemeyebilirsiniz ya da Mısır’da onu mutlaka ucundan tutacak birçok kişi vardır. Ama Almanya’da bir paketiniz 20 kiloyu geçemez. Geçtiği anda özel taşıma kurallarına girersiniz. Dolayısıyla biz buna bir isim taktık 5 sene önce. Bu işin adı “Germanizing” yani Almanlaştırabilmek. Bunu öğrendiğimizde Avrupa’da proje değil ama tekil ürün satabilmeye başladık. Dolayısıyla bizim Almanya’yı seçmemiz çok pahalıya mal olmakla beraber şu anda şirketin geleceğini garantiledi. Almanlaştırmayı öğrendiğimiz kadar İngilizleştirmeyi de öğrendik. Aynı koltuğumuzun sünger kalınlığı 6 santimi geçerse Alman rahatsız oluyor. İngiliz’e de 8 santimin altında süngerle satamıyoruz. Özetle, global marka olmanın yolu lokalleştirmekten geçiyor.

AKM BİZİM İÇİN ÖNEMLİ BİR DÖNÜM NOKTASI

● Üstlendiğiniz en büyük projelerden örnekler verebilir misiniz?

Terminal koltuğunda dünyanın en büyüklerinden biriyiz. Nasıl başladık? Sabiha Gökçen sivil havacılığa açılıyordu. İşletmesiyle beraber özelleştirilince hem mimar, hem inşaat firması bizi aradı. “Bunca senelerin firmasısınız. Bize Sabiha Gökçen’in koltuklarını tasarlayın.” dediler. İş koltuk olunca çok sevindik, bayıldık hatta. Ancak hiç de umduğumuz gibi olmadı baştan. Çok önemli standart testlerinden geçiyorsunuz bu tür koltuklarda. Neyse iyi ki o gün o şirketler bizi zorlamışlar da Sabiha Gökçen’i yapmışız. Sabiha Gökçen’de bizim 15 sene önce yaptığımız koltuklar hala duruyor. İnsanlar üzerinde aynı ilk günmüş gibi oturuyor. Sonra Antalya’yı ve Bodrum’u yaptık, sonra dünyanın her yerinde birçok havalimanı yaptık ama en önemlisi İGA’yı yaptık. Dünyanın en büyük koltuk siparişi İGA’nındır, 35 bin parça sipariş. Bu kadar kişilik koltuk yapıyorsanız manuel yapacağım diyemiyorsunuz. Robotik bir hat kurduk. Arka arkaya bir koltuktan 35 bin adet ürettik. Atatürk Kültür Merkezi önemli bir dönüm noktasıdır bizim için ayrıca. AKM’nin koltukları çok özel standartlarda tasarlandı. Oradaki kumaşın tüy yüksekliği bile önemlidir. Bir dinleti salonunda sesin ne kadar saniye sizin etrafınızda dolandığı, her yerde aynı şekilde o sesi alabilmeniz, bütün frekansları duyabilmeniz önemlidir, bunu yapmış olmaktan çok mutluyuz. Koltukları, oranın mimarları olan Murat Tabanlıoğlu ve Melkan Gürsel ile beraber tasarladık.

Bulduğumuz çözüm teknik kitaplara geçti

Kapı kasalarını monte ederken poliüretan bir köpük vardır. Sıktığınız yerde hem genleşir hem de yapıştırıcı ve sağlamlaştırıcı özelliği vardır. 1988’de Alanya’da bir apart otel yapıyoruz. Otelin mimarı da Ankara’da Sheraton’ın inşaatından yetişmiş bir mimar. Alçıpanı ilk defa Türkiye’de Ankara Sheraton’da kullandılar. Bu mimar arkadaşımız da Alanya’daki işte her yeri açık alan olarak yapmış, odaları alçıpanla bölecek. 24 apart odalı otelde odaların mutfaklarını asacağız. Bu mutfakları asmak için delersiniz ve dübel takarsınız. Pırıl pırıl masif ahşaptan yapılmış dolaplarımız var. Çok güzel renklere boyamışız. Asıyoruz dolabı, dübel tutmuyor hiçbir şekilde. Ne yapacağız dedik. Alçıpan dübeli diye bir şey var dediler ama daha henüz Türkiye’ye ithalatı başlamamış. Alçıpanın içi boş. Bizim vida atacağımız yerin arkasına önceden profil konmuş olması, taşıyıcı bir şeylerin gelmesi lazım. Hiçbir şey yok. Bizim de işi bitirmek için buna ihtiyacımız var. Öyle yaptık olmadı, böyle yaptık olmadı. Hiçbir şekilde durmuyor dolaplar orada. Asıyoruz, iniyor aşağıya, kırılıyor. Yenisini yapıyoruz, getiriyoruz. İşi teslim edeceğiz artık. Kapıları monte ettiğimiz köpüklerden araya sıkabilir miyiz dedik, sıktığımız köpük aşağıya akıyor. Bütün hepsinin içini doldurmamız lazım komple. O imkânımız da yok. Genleştiği zaman çok da sıkı olmuyor. Ne yapalım? Ne yapalım? Eczaneden küçük naylon torbacıklar aldık. Dübel niyetine kullandık. Köpüğü sıktık, durdu. Ertesi gün asıldım, bayağı çekiyor. Tek problem o kadar küçük torbacığı bulmak oldu. Bu çözüm o zaman birçok teknik kitaba da geçti. Eğer poliüretan köpüğü belli bir alanda hapsederseniz o size vidaya dayanabilecek kadar kuvvet oluşturur.

Kaynak URL