Cumhuriyet'in yarattığı ekonomik dönüşüm

Cumhuriyet’in ilanıyla tarım ağırlıklı, sınırlı ekonomik faaliyetler, savaş yorgunu ve düşük gelirli bir ülkeden yeni bir ekonomik modele geçişin de taşları döşendi. Bu yeni yönetim biçimi, ‘on yılda her yaştan 10 milyon genç yaratılan’, yalnız bir uçtan bir uca ‘demir ağlarla örülmekle’ kalınmayan, ekonomik olarak da bir dizi zorluğu aşmanın sınavını verdi. İktisat tarihçileri ve ekonomistler bu yeni ülkenin yeni ekonomik panoramasını Bloomberg HT için özetledi.

OLCAY BÜYÜKTAŞ

29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildiğinde yalnız bir ülkenin yönetim biçimi monarşiden kurtarılarak, ulusun, egemenliğini kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı bir devlet biçimi olmakla kalmadı. Bir ulusun Atatürk’ün deyimiyle ‘ekonomik zaferlerle taçlandırılması’ yönünden önemli atımların atılması için de zemin yaratılmış oldu.

Tarım ağırlıklı, sınırlı ekonomik faaliyetler, savaş yorgunu ve düşük gelirli bir ülkeden yeni bir ekonomik modele geçişin de taşlarının döşendiği bu yeni yönetim biçimi, ‘on yılda her yaştan 10 milyon genç yaratılan’, yalnız bir uçtan bir uca demir ağlarla döşenmekle kalınmayan, ekonomik olarak da bir dizi zorluğu aşmanın sınavını verdi.

Cumhuriyetin 99 yıllık tarihinde ekonomide nasıl bir tablo olduğunu, hangi adımın neden atıldığını tarihçi ve ekonomistler Bloomberg HT’ye anlattı.

“Düşük gelirli ekonomiden önemli yapısal dönüşümlere”

Prof. Dr. Şevket Pamuk/Boğaziçi Üniversitesi

Cumhuriyet, Osmanlı döneminden nüfusunun yaklaşık yüzde 80’inin kırlarda yaşadığı ve geçimini tarımdan sağladığı, altyapısı ve sanayisi zayıf, on yıldan fazla süren savaşlardan yeni çıkmış, düşük gelirli bir ekonomi devraldı.

Geçtiğimiz yüzyılda ülke nüfusu yaklaşık 13 milyondan 85 milyona yükselirken, Türkiye ekonomisi önemli yapısal dönüşümler geçirdi ve bir hayli mesafe aldı.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hızlanan iç göçlerin etkisiyle bugün ülke nüfusunun yüzde 80’den fazlası artık kentlerde oturuyor ve geçimini bir ölçüde sanayiden ama büyük çoğunluğuyla hizmetler sektöründen sağlıyor.

“Yeni teknolojiler ve eğitim gelirleri artırdı”

Geçtiğimiz 100 yılda dünyanın pek çok ülkesinde önemli gelir artışları yaşandı. Bugünkü Türkiye sınırları içinde kalan alanda da kişi başına gelirler 10 kattan fazla arttı.

Bu gelir artışlarının temel nedeni hem tarımda hem de kent ekonomisinde daha yüksek verimlilik sağlayan yeni teknolojilerin kullanılması ve eğitimdir.

Türkiye’nin yeni teknolojiler geliştirme kapasitesi yüksek olmasa da, ülke dışında geliştirilen teknolojileri ithal ederek, nüfusumuzu eğiterek ve kurumlarımızı, kurallarımızı bir ölçüde dünyaya uydurarak gelir artışlarını gerçekleştirdik.

Böylece Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda büyük çoğunluğu açlık sınırında olmasa da yoksulluk içinde yaşayan nüfusun ortalama gelirleri bir hayli arttı.

Doğumda yaşam beklentisi de dünyanın pek çok diğer bölgesindeki benzeyen eğilimler göstererek Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda yaklaşık 35 yıldan bugün 78 yıla yükseldi. Ancak kişi başına gelirlerde önemli artışlar, sağlıkta ve eğitimde iyileşmeler sağlanırken, ülke içi siyasette ve ekonomide sorunlar ve dalgalanmalar sürdü.

Ortalama gelirler artarken siyasetin ve onunla ilişkili olarak ekonominin istikrara kavuşamaması, Cumhuriyet döneminin çarpıcı özelliklerinden birini oluşturuyor ve tartışılması gereken pek çok soruyu da beraberinde getiriyor.

“Cumhuriyetin iktisat tarihini üç alt döneme ayırmak mümkün”

Geçtiğimiz 100 yılda dünya ekonomisinin koşulları ve işleyiş kuralları dönemden döneme önemli farklılıklar gösterdi.

Türkiye’de hükümetler tarafından benimsenen iktisadi modeller her dönemde dünyadaki gelişmelerden etkilendi ve dünyadaki gelişmelere göre biçimlendi.

Uygulamada ise değişen toplumsal yapının ve ülke için siyasetin izlenen politikalar ve ortaya çıkan sonuçlar üzerinde önemli etkileri oldu.

100 yıllık Cumhuriyet dönemini hem dünya ölçeğindeki hem de ülke içi gelişmeleri dikkate alarak üç alt-döneme ayırmak mümkün.

Birinci alt dönemde, iki dünya savaşı arasında dünya koşullarının sağladığı fırsatların da desteğiyle yeni ve ulusal bir ekonomi inşa edilmeye çalışıldı. Korumacılık ve devletçilikle birlikte önemli bir sanayileşme hamlesi gerçekleşti.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan ikinci alt-dönemde dünya ekonomisinin kuralları ulusal ekonomilere ağırlık verirken, Türkiye’de çok partili rejime geçildi, kentleşme ivme kazanırken korumacılık sürdürüldü, 1950’lerde tarıma dayalı kalkınma denendi, 1960’lardan itibaren özel sektör önderliğinde ithal ikamesi sanayileşme olarak adlandırılan modele dönüldü.

Cumhuriyet ekonomisi için üçüncü alt-dönem 1980 yılında başladı. Dünya ekonomisinin kuralları sertleşirken, neoliberal olarak adlandırılan politikalar eşliğinde ekonomi dışa açıldı.

İlerleyen yıllarda ülke ekonomisinin küresel ekonomiyle ilişkilerini ilgilendiren kurallar ve iktisat politikaları pek değiştirilmedi. Buna karşılık, ülke içi ekonominin işleyişini ilgilendiren kurallar ve politikalar sık sık değiştirildi, devletin ve siyasetin ekonomideki merkezi konumu sürdü.

“Bağımlı yapıyı bir kalkınma projesine dönüştüren muazzam bir tasarım”

Prof. Dr. Erinç Yeldan/Kadir Has Üniversitesi

Herkesin kabul etmesi gereken gerçek, Cumhuriyetin bir aydınlanma devrimi, bir rönesans olduğudur. Yalnız iktisadi hayatta Osmanlı’nın borçlarının devralındığı, Osmanlı’da eğitimsiz ve vasıfsız küçük bir işçi sınıfı ve bağımlı bir sanayi yapısı devralınarak bunu bir kalkınma projesi haline dönüştüren muazzam bir tasarımdır.

Her şeyden önce bir katılımcı kalkınma projesidir. Sadece daha çok büyüme, daha çok üretme, daha çok istihdam ya da yatırım yapan iktisadın göstergeleri açısından değil; refahın artması, yaşam kalitesinin yükselmesi ve üretimin paylaşılması anlamında bütün mazlum uluslara örnek teşkil edecek büyümeden farklı, onu aşan bir model olmuştur.

“Gerici burjuvazi yapısı Cumhuriyetin kazanımlarının Anadolu’ya yayılmasını engelledi”

Ne var ki sınıfsal temelleri bakımından az gelişmiş bir üretim yapısı, burjuvalaşamamış bir ulusal zengin sınıfı, dışa bağımlı bir sanayi yapısı ve toprak ağalarının feodal izlerine dayanan, onlardan kalma despot, çağın gerisinde kalmış burjuvazinin izlerini silmek kolay olmamıştır.

Bu gerici burjuvazi yapısı Cumhuriyet’in iktisadi kazanımlarının Anadolu’da, Ankara’nın doğusuna yerleştirilmesini engellemiş ve sanayi, finans ve sosyal yatırımların İstanbul, Bursa ve Kocaeli bölgesinde sıkışıp kalmasına neden olmuştur.

Bugün iktisaden orta gelir tuzağına düşmüş, bu vasat yapının arkasında Cumhuriyet kazanımlarının Doğu’ya aktarılamadığı bu ikili üretim ve sosyal bölüşüm yapısı yatmaktadır.

Öyle ki; bugün ucuz hammadde, ucuz işgücü ve sermaye deposu olmak itibariyle Şanlıurfa İstanbul’u yaratmak ve beslemekte, İstanbul da oraları, yoksulluk tuzağı yaratarak, yoksulluğa hapsederek Şanlıurfa’yı yaratıp besliyor. Bu ikili yapı birbirinin hem nedeni hem sonucu…

50’lerden sonra Cumhuriyet’in kazanımlarının tasfiyesi hızlandı.

Şimdi günümüz Türkiye’sinde Cumhuriyetin ikinci yüzyılına yaklaşırken en önemli sorunların başında bu coğrafi eşitsizlik ve kadın emeğinin yalnız üretim alanında değil sosyal yaşamın her alanında dışlandığı, sömürüldüğü eşitsizlik ve şiddet olgusu var.

İkinci yüzyılda Türkiye’nin çağdaşlaşma yöneliminin büyük düşmanı ve alt edilmesi gereken en büyük sorununun çözümü bu cinsiyet eşitsizliği dahil, bu eşitsizlik ve şiddet üreten bu toplum yapısıyla mücadelede yatıyor.

“Sanayileşmenin temelleri atıldı”

Prof. Dr. Seyfettin Gürsel/Bahçeşehir Üniversitesi

Cumhuriyet, 1913’teki Osmanlı ekonomisinden daha kötü bir ekonomi devraldı.

Cumhuriyet’in ilanından sonra ekonomik sistemin değişmeyeceği, ithalata vergi getirilemeyeceği bir dönem yaşandı. Bu dönem 1924 yılından 1929 yılına kadar sürdü.

1929 yılından itibaren ithalat vergileri yükseldi, 1930’da sermaye serbestisine son verildi.

İlk beş yılda bir merkez bankası yoktu. Çünkü yabancı sermaye ile kurulmuş, parayı yöneten kurum Osmanlı Bankası idi. Yeni hükümet bunu istememiş, bu görev ve gücü Osmanlı Bankası’nın elinden almıştı.

1930 yılında çok radikal değişimler oldu. 1930’da Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) kuruldu ve tüm Döviz işlemleri, serbest sermaye hareketleri kaldırıldı. Merkez Bankası sabit kura geçti. Bütün döviz burada bozduruluyor, gerektiğinde buradan alınıyordu.

1934’ten itibaren KİT’ler kurulmaya başlandı. Sanayileşme başlatıldı. Ancak ihracat yapılamayan, devasa bir dış ticaret açığıyla sistem iflas etti.

Tarım ürünlerinin fiyatları düştü, köyle perişan oldu ama memur maaşları düşürülemediği için kentler görece daha rahat oldu. 1930’ların ortasında tarıma da devlet desteği geldi Toprak Mahsulleri Ofisi kuruldu.

Sistem bu haliyle başarılı mıydı? Şunu söylemek gerekiyor ki başka alternatif yoktu. Çünkü hakikaten Osmanlı’dan alınan yüzde 80 ölçeğinde tarıma dayalı o da basit tarıma dayalı bir ekonomi vardı. Ciddi bir beşeri sermaye kaybı söz konusuydu.

Yarım yüzyıl boyunca da bu sistem devam etti. 1980’e kadar kapalı bir sistemdi, yüksek koruma duvarları ile yerli sermaye geliştirilmeye çalışıldı.

“Ekonomik açıdan en önemli olay Lozan’da kapitülasyonların kaldırılmasıdır”

Doç. Dr. Ahmet Kuyaş/Galatasaray Üniversitesi

Cumhuriyet dönemi ekonomisi açısından en önemli olay, Lozan’da kapitülasyonların kaldırılması olmuştur.

Osmanlı borçlarının Osmanlı topraklarında kurulan devletlere bölüştürülmesi ve en büyük payı Türkiye’nin ödemek zorunda olması, Türkiye ekonomisi açısından önemli olaylardan bir diğeri.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında iktisat tarihinde önemli etki yaratan bir başka olay da Lozan’la birlikte gündeme gelen Türk-Yunan nüfus mübadelesi olmuştur.

Türkiye’den ayrılan önemli miktarda Rumun geride bıraktığı altyapı, Türkler tarafından aynı etkinlikle işletilememiş, bunların işletilebilmesi için gereken becerinin edinilmesi zaman almıştır.
Cumhuriyet’in ilânından sonraki önemli iktisadi gelişmeler için 1929’u beklemek gerekti. 1929 dendiğinde ilk akla gelen dünya krizi; ancak bu tarihin Türkiye açısından ilginç bir özelliği var: Lozan’da kararlaştırılan Osmanlı borçlarının ödenmesi altı yıl ertelenmişti. Ödemelerin başlayacağı yıl 1930’du.

Ayrıca Türkiye 1929 yılına kadar yeni gümrük tarifeleri koyamayacak, yani ithal mallarına yüksek vergi uygulayamayacaktı. Bu da sanayileşme çabalarını büyük çapta önleyecekti. Çünkü, yerli sanayinin yaşayabilmesi için, ithal mallarının pazarlanmasını fiyatlarının artmasını sağlayarak zorlaştırmak gerekir. Ancak ülke bunu 1929 yılı sonuna kadar yapamıyor.

1930 yılında yeni gümrük tarifeleri devreye giriyor, ardından da Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanun ile ithalat kısıtlanıyor.

1930’da ilk kez Başbakan İsmet Paşa’nın ağzından devletçi ekonomi politikasına geçileceği haberi veriliyor. Sanayileşme çabası hızlanıyor, birinci 5 yıllık sanayi plan hazırlanıyor. Bu plan yürürlüğe konacak, başarılı olacak ve ikinci 5 yıllık plan hazırlanacak, ancak bu plan 2. Dünya Savaşı nedeniyle uygulanamayacaktı.

“30’ların başından itibaren bir atılım söz konusu”

30’ların başından itibaren bir atılımdan söz edebiliyoruz.

Türkiye 50-60’larda bile bir tarım ülkesi olarak kalıyor; üstelik çok da parlak bir tarım ülkesinden söz edilemez. Zira iklim koşullarına bağımlı, sunî gübre kullanımı olmayan ve mekanizasyondan mahrum, yani yeterince tarım araç-gerecinin kullanılmadığı, işgücü ağırlıklı bir tarım ekonomisi söz konusu.

27 Mayıs’tan sonra 1960’larda yeniden ithal ikameci bir sanayileşme görülüyor. Devlet Planlama Teşkilatı’nın kurulmasıyla da 5 yıllık kalkınma planları yapılıyor.

Bir sanayi altyapısı oluşturuluyor ancak doğru politikalar izlenemediği için 60’ların sonlarında ve 70’lerde enflasyon çok yükseliyor.

“Tarımda kendine yeterlik önemli”

Meşhur 24 Ocak kararları ile de liberalizmin ortaya çıktığı bir dönem görüyoruz. Ucuza üretip ihraç etme üzerine kurulu bir ekonomi söz konusu. Ancak bunda da birtakım krizler görülecek. Fakat o dönemin bugünkü iktisadi altyapının başlangıcı olduğunu da söylemek mümkün.

Bugün gelinen noktada Türkiye, tarımın hakim olduğu bir ülke olmaktan çıkmış ve hizmet sektörünün hakim olduğu bir ülkeye dönüşmüştür. Tarım artık bir numaralı bir sektör değil.

Cumhuriyet ilan edildiğinde nüfusun yüzde 85’i kırsal kesimde, yüzde 15’i ise şehirlerde yaşıyordu. Bugün tam tersi bir durum söz konusu. Ancak tarım stratejik açıdan önemli. Bir ülkenin tarımsal ürünlerde kendi kendine yetebilmesi önemli…

Kaynak URL