İstiklal Marşı'nın hikâyesini hem seslendirecek hem de anlatacak

Günay DEMİRBAĞ

Türk Klasik Müzik tarihi içerisinde önemli bir yere sahip olan Tekfen Filarmoni Türkiye’nin en önemli orkestralarından biri. Bugün Tekfen Filarmoni Orkestrası olarak yoluna devam eden orkestranın temelleri 1992 yılında Prof. Saim Akçıl’ın önerisiyle Nihat Gökyiğit ile birlikte Karadeniz Oda Orkestrası adıyla kuruldu. Farklı kültürler arasındaki ilişkileri geliştirmek, barış adına ortak bir dil yaratma misyonuyla, 11 ülkeden 17 sanatçının katılımıyla yurtiçi ve yurtdışında birçok konserler verdiler. Bu süreç içerisinde ilk olarak Cumhuriyet’in 85. Yılı için Tekfen tarafından desteklenen önemli bir proje oluşturuldu. Mehmet Altun’un araştırmaları sonucunda ulaşılan 11 adet milli marş, orkestra tarafından ilk kez 2008 yılında Yücel Erten yönetiminde Arsen Gürzap, Yetkin Dikinciler anlatımı ve Akçıl’ın yönetiminde sahnelendi. Tekfen Filarmoni, Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. Yıl onuruna, Türk müzik tarihine kazandırılan bu anlamlı çalışmayı yeniden düzenleyerek Tekfen Filarmoni 100. Yıl Konserlerini Ankara ve İstanbul’da sahneleyecek. Sahnede 120 kişinin sanatını icra edeceği temsilde, kendi alanlarında ülkemizin en saygın ve sevilen sanatçıları yer alacak. Çok kıymetli 11 bestenin ve İstiklal Marşı’mızın bilinmeyen hikayesinin Yiğit Sertdemir, Ceyda Düvenci ve Mert Fırat tarafından anlatılacağı 100. Yıl Konseri’nde Şef Aziz Shokhakimov yönetimindeki Tekfen Filarmoni’ye, Masis Aram Gözbek şefliğinde MAGMA Filarmoni Korosu da eşlik edecek.

DÜNYA gazetesi olarak, İstiklal Marşının tarihi arşiv niteliğindeki öyküsünü, orijinal notalara ulaşan ve kitaplaştıran araştırmacı yazar Mehmet Altun ve Tekfen Vakfı Genel Müdürü Dori Kiss Kalafat’tan öğreniyoruz.

Sahaflardan bulduğu notalarla milli marşın tarihini canlandıran Mehmet Altun ile Tekfen’in yolları nasıl keşişti ve projeye dönüştü?

Dori Kiss Kalafat: Mehmet Bey ile 1992 yılında reklamcılıkla başlayan, 30 küsür yıllık bir mazimiz var. 2006’da Tekfen Holding’in 50. yıl kitabı için Türk Tarih Vakfıyla iş birliğinde yaptığımız kitabımızın yazarı olarak, yollarımız tekrar kesiştiğinde, hiç ara vermeden birlikte birçok yayına, projeye imza attık.

Mehmet Altun: Bir niyetten başladı bu iş. Genelde yapmak istediğini proje haline getirir sunarsın ya bizim sürecimiz hiç öyle olmadı! Başından beri fikri gelişimini de birlikte yaptık, nasıl konsere dönüştüreceğimiz konusunda da spontane, kendiliğinden gelişen bir iş oldu.

Tekfen Filarmoni 100. Yıl konserinin oluşumunun arkasındaki duyguları anlatır mısınız?

Dori Kiss Kalafat: 100. Yıl konserimizde bizimle olacak anlatıcıların da Cumhuriyet değerleriyle özdeşleşecek, onları layıkıyla temsil edebilecek dünya görüşüne, kişiliğe sahip isimler olmasını istedik. 100. Yıl konserimizin konusu ve içeriğini, Cumhuriyet’in kuruluş vizyonunun üzerine oluşturduk. Cumhuriyet 1923 yılında ilan ediliyor ama önceki yıllarda bütün o savaş ve imkânsızlıklar içerisinde yeni bir ulus devlet, bir cumhuriyet kurma vizyonu zaten mevcut. Kurtuluş Savaşı mücadelesinde, iki elleri kanda olsa bile, Atatürk ve silah arkadaşlarının, yeni kurulan meclisin mebuslarının, bir milli marşımız olması gerektiği düşüncesi aslında kararlılıklarının yansımasıdır. O kadar eminler ki, “hele bir kuralım da bakalım” demeyip, “kuracağız” diyorlar. Dünya diplomasisi içerisinde yeni bir ulus olarak Türkiye varlık gösterdiği zaman o günün ifadesiyle bir milli marş bugünün adıyla İstiklal Marşımız olması gerektiğini daha o zamandan düşündükleri, buradaki en önemli nokta. Milli marş sembolik olarak, seferberliğin çok önemli bir kilometre taşı idi. O tarihe kadar padişahların ayrı ayrı yabancı bestecilere sipariş ettikleri marşları var ama bir ulus olarak Türkiye’nin marşı yoktu.

“Milli duygularımızı yükseltecek, ulus devlet olma yolunda savaşı devam ettirirken bir marş gerekiyordu”

Mehmet Altun: Milli marşımızın bir tane güftesi var Mehmet Akif Ersoy’un yazdığı fakat onun üzerine bestelenmiş 100’ü aşkın beste var. 1920 yılında Atatürk milli mücadelenin merkezini Ankara yaptıktan sonra yönetim kademesinde yer alan isimlerden biri de İsmet Paşa, düşünüyorlar ki bizim milli duygularımızı yükseltecek, ulus devlet olma yolunda savaşı devam ettirirken bir marş gerekiyor. Ordunun pek çok marşı var, yürürken ya da toplandığı zamanlarda ama bunların hiç birisi milli marş değil. 1920’nin sonlarında Mehmet Akif Ersoy da Ankara’ya gelmiş, Ankara’da hükümet tarafından çeşitli cephelere ve çeşitli il, ilçe ve kasabalara giderek hem milli mücadeleyi anlatmış hem de oralarda o coşkuyu yaratmak istemiş. Bir yanda milli mücadelenin başlangıcı var ve bunu görüyorlar, tabii ki Atatürk’ün toplum nezdindeki liderliği çok önemli, öbür tarafta 600 küsur yıl boyunca bağlı oldukları padişah sürekli aleyhte fetva veriyor. Dolayısıyla hem Anadolu’da bir bilinç uyandıracak hem de halkı hakikaten coşturacak çalışmaya ihtiyaç var. İşte Mehmet Akif Ersoy bununla görevlendiriliyor ve bunun sonucunda şehir şehir dolaşmaya başlıyor. Hem ordugahlara gidiyor hem şehirlerde böyle konuşmalar yapıyor. O gezilerden bir tanesinde İsmet Paşayla beraber diyorlar ki “Tamam biz böyle konuşuyoruz ama bizim herkesi birleştirecek bütünleştirecek milli duyguları uyandıracak marşımız olsa” ve fikir o noktada çıkıyor. İsmet Paşa bu fikri hükümete götürüyor, kabul görüyor ve onun üzerine İsmet Paşa’nın kendisi görevlendiriliyor bu girişimi başlatmak üzere. 1920 yılının son aylarında Maarif Vekaleti önce bir şiir yarışması açılıyor ve yarışmaya 720 küsür şiir geliyor ülkenin her tarafından.

Gelen şiirlerden bir şey çıkmayacağını düşünüyorlar. Mehmet Akif ’i bunun milli bir görev olduğunu söyleyerek ikna ediyorlar. Bunun üzerine Mehmet Akif Ankara’da gece gündüz hummalı bir çalışmaya başlıyor.

Güfte siparişi verilirken kahramanlık duyguları ifade eden kelimelerin kullanılması gibi belirli bir çerçeve çizilmiş mi?

Hayır, tamamen Mehmet Akif ’e bırakılmış. O yüzden de herhangi bir müziğe oturtulması hiç de kolay olmamış. Bir şair yaklaşımıyla, müziğini belki de çok fazla düşünmeden içinden gelen sesleri yazıyor. Hamdullah Suphi de iyi bir hatiptir, hitabeti kuvvetli gür sesli bir adam mecliste bunu okuyor ve meclis alkıştan yıkılıyor, herkes çok beğeniyor. Bir vekil çıkıyor diyor ki; “Hamdullah Bey lütfen kürsüye çıkınız kürsüden okuyunu”. Atatürk de en ön sıradan izliyor. Onun üzerine çıkıyor ve okuyor bir daha, bir daha isteniyor. Toplam üç kere okuyor ve mecliste bir coşku dalgası yükseliyor ve 1-2 hafta içerisinde de meclis kararıyla bu sözlerin milli marş olmasına karar veriliyor. İş orada bitmiyor tabii, bir de beste gerekiyor, bunun için de bir yarışma açılıyor. Yine telgraflar gönderiliyor dört bir yana ve beste için de 100’den fazla beste geldiği yazılıyor kayıtlarda. Bunlar basit tek sesli notalar, çoğu sadece melodi aslına bakarsınız. Orkestra için yapılmış değil ve bu yarışmaya katılanların bir kısmı bestekâr, içinde kuvvetli isimler de var ama önemli bir kısmı da ülkenin bir köşesindeki okulda müzik öğretmeni mesela. Ancak o sırada Ankara’da bu besteleri yorumlayacak, değerlendirecek, “bu uygundur veya değildir” diyecek kimse yok.

Marşlardan birkaçı yayınlanmış orada burada, bazılarını devlet arşivlerinden bulduk ama esas peşine düştüğümüz şey 105 eser doldurulmuş çuval. O çuvalı da savaş koşullarında neden bilinmez Kızılay arşivine Hilal-i Ahmer deposuna kaldırıyorlar. Büyük Taarruz’dan ve savaş kazanılıp yeniden milli marş seçimine dönelim denildikten sonra artık İstanbul’a göndermekte bir sorun görmüyorlar. Çünkü İstanbul- Ankara diye bir ayrımı da kalmamış, padişah gitmiş. Ama o çuvalı önceleri bulamıyorlar. Neyse ki bir süre sonra bir müjdeli haber geliyor. Yazışmaları da, belgeleri de var, “bulduk bulduk” şeklinde. Velakin biz 12 besteye ulaşabildik gerisi o zaman daha yok. Sonrasında biz ne zaman Cumhuriyet’in 85. Yılında 2008’de konseri yaptık o dönemde gazetelerde epeyce konu oldu. Kazım Karabekir’inki de dahil 12 tane beste bulundu. Bulunmasıyla iş bitmiyor onların bir de orkestra düzenlemelerinin yaptırılması var. Yarışmaya gelen bestelerin bir kısmı musiki gibi, gerçekten marş mı derseniz, soru işareti. Marş deyince tempolu, yüksek ritimli bir müzik beklenir.

İstiklal Marşının bestecisi Zeki Üngör “Türk atlıları İzmir’e giriyor!” sözünden etkilenerek bestesini yapıyor.

Ali Rıfat Bey’in bestesi bunlar arasında milli marş olmaya en güçlü aday, gereklilikleri en iyi karşılayan beste. Üç dört tane de buna alternatif olarak tavsiye kararı söz konusu ancak bu bir nihai karar değil, bilirkişilerden oluşan bir heyetin uzman görüşü. Ali Rıfat Bey’in bestesi öneriliyor fakat sonrasında tam da sebebini bilmediğimiz şekilde bu da uykuya yatıyor. Hiçbir zaman güfte seçilirken gösterilen kararlılıkla ve hızlılıkta beste seçilmiyor, bir türlü resmileşmiyor, tavsiye niteliğinde kalıyor. Enteresan bir şekilde bu resmi olarak açıklanmadığı için örneğin Zeki Üngör (Atatürk onu Ankara’ya çağırıyor ve Reis-i Cumhur Orkestrasının kuruluşunu kendi yapıyor) ilk konserleri Atatürk ve Latife Hanım huzurunda veriyor ve orada kendi bestelediği marşını çalıyor. Öbür tarafta Ali Rıfat Bey’in bir marşı olması pek dikkate alınmıyor. Zeki Üngör yarışmaya katılmış ancak marşının notaları yok. Aslında yarışma bittikten sonra, bir gün evinde arkadaşlarıyla otururken bir arkadaşı heyecanla içeriye giriyor ve “Türk atlıları İzmir’e giriyor!” diye anlatmaya başlıyor. Zeki Üngör piyanosunun başına oturup bir şey çalmaya başlıyor. Rivayete göre, orada parmaklarından tuşlara dökülen notalar milli marşımızın ilk melodisiymiş. Besteleniş hikâyesi Türk atlılarının İzmir’e girişlerindeki seslerinden esinlenmiş.

İlk yarışmaya katıldığı besteden hiçbir yerde bahsetmiyor. Bugün çalınan marşımızı Atatürk’ün huzurunda çalıyor, Atatürk çok beğeniyor ve tebrik ediyor. Tebrik ediyor ama yine o seçilmiyor. Bu söylediğim daha 1924 yılında oluyor ve 1930 yılına kadar Ali Rıfat Çağatay’ın bestesi geçerli. Tabi resmi yoldan da açıklanmadığı için bir iki tane tezahürü var. Bunlardan bir tanesi, Türkiye’nin değişik yerlerindeki müzik öğretmenlerinin oldukları bölgelerde kendi marşlarını okutmasıdır. Yani öğrenciler yine Mehmet Akif Ersoy’un sözleriyle okuyor ama farklı marşlar okuyor. Bu arada resmiyette bazı karışıklıklar da oluyor, Türkiye’nin dış ilişkilerinde, hükümet bazında, temsil edilirken, her ülkenin milli marşı çalınıyor. Mesela yurt dışındaki bir büyükelçilik Ankara’ya yazı yazıyor “Milli marşımızın notalarını gönderin biz burada sıkıntıdayız, herkesin marşı çalınıyor bir tek bizim marşımız çalınmıyor” şeklinde. 1930 yılında bundan sonra Zeki Üngör’ün bestesi çalınacaktır diye bir açıklama var. Artık resmileşiyor. Ali Rıfat Bey’in bestesiyle ilgili eleştiri konusu çok yavaş olması, Türk musikisi formu dolayısıyla coşku yaratmayıp biraz da zor öğrenilen bir beste olmasıdır.

Ulaşılan bilgiler dönemin meclis tutanaklarından elde edildi

Mehmet Altun: Meclis konuşuyor, tutanaklarda var. Tutanakların çoğunu arşivlerden aldık, kitapta mecliste yapılan konuşmalar bolca yer alıyor. O dönemde İstanbul’da çok sesli müzik yapan bir tane orkestra var, Mızıka-i Hümayun ve onun da kurucuları zaten askerler. Başındaki olan kişi Zeki Üngör sonradan da İstiklal Marşımızın bestecisi olacak.

Dori Kiss Kalafat: Bu araştırma, müzik üzerinden Kurtuluş Savaşı, Milli Mücadele ve Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına ait bir sosyolojik çalışma. Konserle nihai amacımız da bu marşları seslendirerek o zamanların heyecanına ışık tutmak.

Milli marş notalarının bulunmasının ardından orkestraya uyarlanma aşamasını anlatır mısınız?

Dori Kiss Kalafat: O noktada yapım devreye giriyor. 15 sene önce Nevit Kodallı, Özkan Manav, Hasan Uçarsu, Ayşe Önder, Turgay Erdener Emre Arıcı gibi bestecilerimize bu marşların arajnmanını yapar mısınız diye mesaj gönderince, bir saat içerisinde hepsi yanıt verdi! Bir eser solo piyano için yazıldı, onu Hüseyin Sermet’ten çalmasını rica ettik. O da “Ben çok severek yaparım ama bir tane de aranje etmek istiyorum” dedi. Elbette ki konser için bir güfte üzerinde yazılmış bestelerin icrasını çeşitlendirmek lazımdı. Böylece marşların kimini korolu seslendiriyoruz, kimi eseri şancılarla, bir tanesini solo piyano olarak, iki tanesi de saz solistleri eşliğinde musiki gibi bırakarak. Örneğin 1926 yılında milli marş olarak ilk kabul edilen Ali Rıfat Çağatay’ın eserini ud, ney, kanundan oluşan saz ve kadın sesiyle sahneliyoruz.

Dori Kiss Kalafat: Konserde sahnede yaklaşık 120 kişi yer alacak. Aziz Shokhakimov yönetimindeki Tekfen Filarmoni, Masis Aram Gözbek yönetimindeki MAGMA Filarmoni Korosu, yıllar yılı bizimle olan geleneksel saz solistleri Göksel Baktagir (kanun), Yurdal Tokcan (ud), Ercan Irmak (ney), şan solistleri Sumru Ağıryürüyen (mezzo Soprano) ve Faik Mansuroğlu (Tenor) ve hikâyeyi akış içerisinde anekdotlarla, canlandırmalarla anlatacak tiyatrocular Ceyda Düvenci, Mert Fırat ve Yiğit Sertdemir olacak.

 

Kaynak URL