Yıldızlar daima yalnız olmak ister

Necmi ÇELİK

Cihat Aşkın, ilk bestesi olan Eski Bir Nisan Şarkısı’nı çok genç yaşlarda yapmış. 26 Nisan doğumlu sanatçı nisan ayını çok sevdiğini belirtiyor. Tarihin bir cilvesi ve yaşamın güzel sürprizlerinden biri olarak tanıştığı eşi de Nisan adını taşıyor.

Bu söyleşi de tümüyle bir tesadüf eseri olarak nisan ayının ikinci yarısında gerçekleşti. Dünya çapında başta Yehudi Menuhin olmak üzere çok ünlü kemancılarla ortak sahneyi paylaşırken, Türkiye’nin yetiştirdiği büyük keman sanatçıları Suna Kan ve Ayla Erduran’ın da sanatçının müzik hayatında çok önemli yeri var. Cihat Aşkın “Meslek hayatımdaki en önemli kurumlardan biri İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’dır. Ben ilk konserimi 14-15 yaşlarımda iken İDSO ile verdim. Daha sonra da yıllar boyunca İDSO ile ilişkilerimiz çok iyi oldu. Her zaman ben onlara büyük bir saygı ve sevgi besledim.

Onlar da beni büyük bir saygı ve sevgiyle desteklediler. Birlikte çok güzel turneler yaptık. En son Japonya’da geçtiğimiz ekim ayında güzel bir turne gerçekleştirdik. İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası bizim ülkemizin göz bebeğidir” diyor. Master ve doktorasını İngiltere’de yapan Cihat Aşkın, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası ile de çok değerli konserler verdiğini belirtirken 18 yaşına geldiğinde Türkiye’deki tüm senfoni orkestralarıyla aynı sahnede yer aldığını hatırlatıyor.

Müzisyen olarak eski kuşakla yeni kuşağı birleştiren ve buluşturan bir köprüde gibisiniz? Bulunduğunuz yeri nasıl görüyorsunuz?

Evet, bizler açıkçası hem şanslıyız hem de şanssızız kuşak olarak. Şanslı olduğumuz taraf şu, idealist anlamda yetiştirildik. Bilmiyorum bu kuşakta olan arkadaşlar acaba aynı mı düşünüyorlar ama ben idealist yetiştirildim. Bu idealleri yaptığımız işe saygı, üretim yapabilmek, hem kendimizi hem çevremizi hem ülkemizi ulusal ve uluslararası anlamda iyi temsil edebilmek ve değerlerimiz açısından da etik değerlere saygılı olarak onlara sahip çıkabilmek olarak özetleyebilirim. Yani siz işinizi çok iyi yaptığınız zaman muhakkak bir yerlere gelirsiniz anlayışı bizlere verildi. Bizler bu anlayışla büyüdük. Tam gençliğimiz başladığı zaman gördük ki dünya öyle değil.

Nasıl bir dünya karşıladı sizi o dönemde?

Dünyada kapitalizmin oldukça büyük bir hegemonyası var ve bu hegemonyanın da siz işinizi ne kadar değerli yaparsanız yapın, onu satmadığınız zaman, onu satamadığınız zaman bir hiçsiniz. Bunun farkında olmanın acısıyla biraz karşılaştık. Bu acı sadece dünyada Tabii böyleydi fakat dünyada en azından bu iki dünyanın farklılaştığı bazı durumlar vardı.

Yani sanat anlamında, bilim anlamında, yapılan işe saygı anlamında hakikaten size verilen değer, insanca verilen değsahip çıkıldığı ülkeler vardı. Türkiye de böyle ülkelerden biriydi, ama 2000’li yılların başından itibaren Türkiye’nin böyle olmaktan çok uzaklaştığını gördük. Kapitalizmin değerlerine sıkı sıkıya bağlılık artarken ve kendi değerlerimiz yitirilirken bizler bu yaptığımız, yapacağımız çalışmaların ürünlerini insanlara sunmak istediğimizde de çok büyük engellerle karşılaştık.

Ne gibi engeller?

 Bu engellerden en önemlisi itibarsızlaştırma engeliydi. Gerçek sanat yaptığınız zaman itibarsızlaştırma algısı yüksekti. Gerek radyo-televizyon dünyasında, gerekse boyalı basın dediğim o magazin basınında sanat itibarsızlaştırıldı. Yaptığınız işe hiçbir saygı olmadan sadece popüler kültüre yönelik bir takım eğlendirici projelerin ön plana çıkartıldığı bir dönemle karşı karşıya idik.

Diva, sanat güneşi ya da bilmem ne tarzında sıfatlarla insanların önlerine sunulan son derece etik olmaktan, sanatsal olmaktan çok uzak bir takım değerler bizim baş tacımız yapıldı toplum olarak. Ve bu anlamda değerlerimizi hızla yitirdik. Bizler farklı değerlere sahip bir kuşak olarak yetiştirilmiştik ama bu değerleri biz toplumumuza sunamadık. Bireysel çabalarla çalışan arkadaşlarımız kuşkusuz çok büyük şeyler yaptılar. Ben de onlardan biriyim.

Çalışmalarımız bireysel oldu. Devletten yeteri kadar destek görülmedi. Özel sektörden destek daha fazla görüldü. Belediyelerden de o kadar fazla destek görülmedi. Dolayısıyla bu anlamda aslında benim kuşak kayıp bir kuşak oldu. Kendi işlerini yapabilen insanlar, kendi çalışmalarını bu kapitalist dünyayla özdeşleştirebilen ve yol yürüyebilen insanlar çalışmalarını sundular. Fakat birçok insan, birçok sanatçı bunu yapamadı. Bunun acısı içerisinde insanlar kaybolup gitti, hayata küstü ve bir üretim de çıkamadı. Yani bir ekip çalışması çıkamadı.

Ben genel anlamda konuşuyorum. Mesela bireysel çabalarla çok değerli gençler yetişti fakat bunları ekip anlamında, bir takım anlamında kullanmayı bilemedik. Son zamanlarda ise tamamen popüler kültüre yönelik işler yapıldı. Dolayısıyla ben kendimi çok idealist, çok iyi değerlerle kuşanmış bir kuşağın temsilcisi olarak görüyorum. Ama bunun yanında yapmam gereken çalışmalarım, yapmak istediğim çalışmaların yüzde 70’ini, 80’ini yapamamış bir kuşağın temsilcisi olarak da görüyorum.

Kendinizi gerçekleştirme oranı bu anlamda çok düşük olsa da keman sanatı deyince Türkiye’de kuşaklar üstünde bir imajınız var. Yüzde 70 yapamazlık da bu bir paradoks oluşturmuyor mu? Her şeye rağmen bu noktalara nasıl ulaştınız?

Evet, yapabildiğim şeyler tabii suyun üzerindeki görünen yüzler. Bunlar popüler kültür ürünlerinin çok fazla olduğu bir takım çalışmalar. Popüler kültür dediğim zaman bu yanlış anlaşılmasın yani pespaye kültürden bahsetmiyorum. Popüler kültürün de gerekli tarafları var. İşte son yaptığım çalışmalar, Türk valsleri, ondan önce yaptığım minyatürler vs bu da çalışmalar halka yönelik çalışmalardır. Ama sanatsal tarafı da var bunların. Yani ben popüler kültürün tamamen sanattan uzaklaşması gerektiğini savunmuyorum.

Popüler kültürün içinde sanat ögelerinin olması gerektiğine inanıyorum. Yaptığım her çalışmada belli bir felsefe ürünü, belli bir sanatsal çalışma, sanatsal bakış açısı muhakkak var. Fakat bunlar tabii yapmak istediklerimin sadece çok azı. Asıl derinde yapmak istediklerim, kendim için, ülkem için veya dünya sanatı için çok farklı çalışmalarım oldu benim. Bunlar yapmak istediğim kayıtlar genellikle biz bu çalışmaları da kayda döküyoruz. Bunları değişik şekillerde zaman zaman paylaşıyorum. Yani yaklaşık 100’ün üzerinde track var. Bunlar 10-15 senedir bekliyor.

Türk bestecilerinin eserleri var. Kendi bestelerim var. Fakat vakit olmadığı için onları tamamlayamadım henüz. Onun dışında hazırlamış olduğum iki üç kitap çalışması var. Hem çocuklar için hem keman eğitimi için hem de bizim müzik tarihimiz açısından yaptığım bazı çalışmalar var. Bunların hepsi tezgâhta şu anda. Tabii bunların yapılabilmesi için uygun bir ortam lazım. Bu ortamı oluşturmak, biraz önceki soruya bağlı olarak konuşursak, ortamı oluşturmak için kendimizin çaba göstermesi gerekiyor.

Hani yurt dışında da böyle oluyor ama Türkiye’de daha fazla çaba gerekiyor bu çalışmaları yapmak.Bu çabanın oluşturulması tabii ki motivasyon gerektiriyor. Buna sahip olmadığınız zaman birçok şey su altında kalıyor. Ama tabii ki pes etmemek lazım, bütün bunlardan yılmamak lazım ve devam etmek lazım diye düşünüyorum.

Bu yaptığınız kayıtlar kendi tarihinizi de yansıtırken, kişisel gelişiminizi de görüyorsunuz değil mi?

Ben kendi projelerim açısından konuşmayacağım. Çünkü ben kendim Kalan Müzik ile çalıştığım için orada benim bir sorunum yok. Zaman içerisinde onları yayınlıyoruz ama bu gibi projelerin yapılabilmesi kamunun desteğine de ihtiyaç gösteriyor. Kamunun desteği, belediyelerin desteği, onun dışında özel sektörün bu anlamda yapmasını düşündüğüm bir takım düzenli faaliyetleri olabilir.

Türkiye’de yapılan çalışmalar, tabii ki güzel çalışmalar, fakat bunlar münferit çalışmalar. Birisinin aklına geliyor, hadi bu sene de bunu yapalım diyor. Bu kalıcı bir çalışmalar kalıcı bir seri halinde olduğunda bu aynı zamanda özel kurumların veya devlet kurumlarının kendi kimlik imajlarına da olumlu yansır diye düşünüyorum. Bu tip çalışmalar hakikaten bizim toplumumuzun bilincini oluşturacak çalışmalar. Bunu sadece müzik açısından konuşmuyorum ben.

Bütün açılardan bahsettiğimiz zaman görüyoruz ki örneğin bir kent müzesi yok. Bir kent müzesi olsa insanlar kendi tarihlerini, kendi geçmişlerini bölük pörçük bir yerden araştırmaya gerek kalmadan burada toplu bir yerde bulabilecekler. Bu anlamda geçmişimiz, geçmişimize yönelik bir takım eserler, geçmişte neler yapıldığı, bugün neler yaşandığı gibi konular bundan sonraki kimliği oluşturmak açısından çok önemli diye düşünüyorum. Türkiye’de bu çok eksik. Yani birisi çıkıyor, ilk defa ben yaptım diyor. Halbuki daha önce kendisinden önceki kuşaklar tarafından yapılmış çok örnekler var.

Sanat eseri olur, başka bir şey olur, başka bir fikir olur. Bu anlamda o fikirlerin birbirine bağlılığını görmüyoruz Türkiye’de. Kültürel kimlikleri oturmuş ülkeler baktığımız zaman o kültürel kimlik yukarıya doğru süreklilik arz ediyor. devam ediyor. Türkiye’de bunu devam etmemesi bir kimlik bunalımında olduğumuzu gösteriyor. Her gelen siyasi iktidar ya da her gelen belediye ya da her gelen yeni kişi kendi görüşleri doğrultusunda bunu empoze etmeye çalışıyor. Bu çok yanlış. Sıfırdan başlatıyormuş gibi görünüyor.

Dışarıdan gördüğümüz kadarı çok mütevazı, güler yüzlü bir insansınız tabii ki. Bu olumlu imajınızda tümüyle kişiliğinizin o iyi niyetli, iyi insan olmanızın bir yansıması mı, temsil ettiğiniz müzik tarihine sahip çıkma duygusu mu daha çok belirleyici oluyor?

 Kendi kişiliğimin yansıması diye düşünüyorum. Ben çünkü gençlerle beraber yürümeyi seviyorum. Gençlerle beraber olmayı seviyorum. İnsanlarla iletişimi seviyorum. İnsanlarla iletişim çok önemli. Çünkü iletmediğiniz zaman fikirlerinizi, duygularınızı kendinizi ifade edemezsiniz. Bu benim daha çok kendi kişiliğimin bir tezahürü. Sanatta bizim en büyük eksiğimiz iletişim kuramamak. Sanatçılar sanat yaptıklarını zannediyorlar.

Fakat bunu iletemedikleri anda o sanat maalesef kendi içlerinde kalıyor. Sanat için insanın kendini ifade etme biçimi diyoruz kabaca. Bu ifadeyi nasıl yapacak, yaptığı eserlerle yapacak. Fakat günümüzde 21.yüzyılda anlatmanız gerekiyor yaptığınız şeyleri. İnsanlara çok daha hızlı ulaşmanız gerekiyor. Şimdi her şey şu telefonda. Bütün her şeyi, kaydı buraya yapıyoruz. Müziği buradan dinliyoruz. İnsanlarla buradan görüşüyoruz. Mektubu buraya yazıyoruz. Kartpostalı buradan gönderiyoruz. Röportajı bununla yapıyoruz. Yemeği buradan ısmarlıyoruz. Yani her şey burada.

Dolayısıyla insanlar çok kısa bir zaman aralığında her şeyi hallediyorlar, aynı anda üç işi bir arada yapabiliyorlar. Yani müthiş bir nesil. Dolayısıyla bizler onların hızlarına ayak uyduramayız belki ama ne kadar çok yaklaşabilirsek o kadar iyidir. Ben iletişim anlamında yaptığım çalışmaların iletilmesi ve onların anlaşılması için bütün sanatları kullanıyorum. CAKA projem vardı. 2001 yılında başlamıştım bu projeye. 23 yıldır devam ediyoruz. Bu proje çerçevesinde çok genç yetişti bizim tezgahımızdan.

Evet bir alegorik soru aklıma geldi. Çok klasik bir iş yapıyorsunuz, ama günümüz şartlarında da klasik olan hiçbir şey kalmadı hakikaten. Modernizm ile klasizm arasındaki bu dengeyi sanatsal hayatınızda nasıl sağlıyorsunuz?

Aslında klasik olan kalacaktır mutlaka. Yani muhtemelen yaptığımız çalışmalar kalacak. Sadece biz şu anda toplum yaşamının kirleriyle çok fazla meşgulüz. Günlük hayatta insanlar çok fazla magazinle meşgul.

Yani yurt dışına gidiyorsunuz hala gazete çıkıyor. Hala internetin bu kadar yaygın olmadığı alanlar var. İnsanların komşuluk ilişkilerini yaşattığı yerler hala var. Bizler aslında kendimizi bu kapitalizmin ya da bu teknoloji çağının hızlı rüzgarına kaptırmış kendimizi modernleşiyor zannediyoruz. Aslında böyle bir şey yok.

Yozlaşıyoruz tam tersine. Modernleşmek böyle olmuyor çünkü. Bu anlamda tabii ki biz sadece kendi toplumumuzu görüp değer yargılarını ortaya koymamalıyız. Diğer toplumlara da bakıyoruz ama Türkiye’de değerler sistemi çok hızla kirleniyor. Aslında Büyük bir dinamizm var. Güzel günleri de görmek istiyorum ama bu kirliliği temizlemek zorundayız. Bu aslında çok kolay.Birisi temizlerse, diğeri de ondan görecek, temizleyecek. Üçüncü kişi temizleyecek. Yani kötülük hızla yayılıyor, iyilik daha az yayılıyor. Ama iyiliği biz daha fazla yaymamız gerekiyor. Burada da sanatçıların rolü önemli diye düşünüyorum.

Modernleşmenin, teknolojinin müziğe katkısını nasıl görüyorsunuz?

Olumlu katkılar şunlar. Mesela pandemi döneminde kendi evlerimizde kayıt yapmayı öğrendik. Küçücük telefonlara bir mikrofon aldık. Bu yetenekleri geliştirdik kendi evimizde.

Dolayısıyla bu anlamda çok daha profesyonel yapanlar oldu bu kayıt işlerini. Profesyonel yapmayanlar da oldu ama sonuçta biz bu yola girdik. Onun dışında şimdi teknolojinin yardımıyla sanatın çok daha kolay iletilebileceği ortamlar yaratıldı. Tabii ki bu yapay zekânın dünyayı ele geçirmesi kuşkusuz konuşulması gereken bir konu. Fakat bunu da yine insan yönetiyor sonuçta. Yani iyi amaçlı da kötü amaç için de kullanılsa burada iş insana dayanıyor.

Bunu çok daha iyi amaçlar için yönetebilmeliyiz. Şimdi o kadar çok kopya yapıyorlar ki her yerde, çok basit bir şekilde insanların seslerini değiştirerek bunları üretebiliyorlar. Yani canlı yapılan sanatın güzelliğini tekrar hatırlatmak gerekiyor insanlara ki bu yeteneklerimizi kaybetmeyelim. O bakımdan geleneklerimize, sanatsal geleneklerimize sahip çıkmamız gerekiyor diye düşünüyorum.

Bugün geniş kitlelere ulaşma şansı var sosyal medya sayesinde. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

 Artık konser salonları dışında da daha geniş kitlelere ulaşabilme şansımız var. Eskiden daha geniş kitlelere ulaşmak isteyen bir sanatçının bulunduğu yerin dışarısına çıkıp oralarda boy göstermesi, sanatı oralarda icra etmesi gerekiyordu. Ve insanların kulaktan kulağa yaymasıyla, basının ilgi göstermesiyle bunlar ulusal basına yansıdığı zaman ancak haberimiz oluyordu bunlardan.

Bugüne baktığımızda Artık ben sadece bir haber yayınladığım zaman Instagram’dan takipçi sayım çok fazlaysa insanlar bununla bilgi sahibi oluyorlar ve farklı bilgi kaynakları buradan gördüğü zaman ona dayandırarak farklı yerlere bunu yayıyorlar. Bunun tabii büyük kolaylığı var ama Eskiden bu kadar kirlilik yoktu.

Her şey daha arıydı, daha temizdi. Yaptığınız işler çok daha fazla güneş gibi parlayabiliyordu. Şimdi bu kirlilikte çok güzel şeyler de güme gidiyor. İşte dezavantajı da bu. Onun için insanlar dikkat çekmek için abuk sabuk şeyler yapıyorlar. Sanatçı arkadaşlarımız ne bileyim, abuk sabuk kıyafetlerle, abuk sabuk giysilerle, abuk sabuk bir takım sloganlarla dikkat çekmeye çalışıyorlar. O da tabii çok gülünçleştiriyor sanat işini ama bu bir moda haline geldi.

Yurtdışında da çok sayıda konser vermiş olmalısınız. Bu serüven nasıldı?

O dönemde ilk yurtdışı konserlerim Almanya ve İngiltere’de oldu. Daha sonra İngiltere merkez olmak üzere İspanya, Almanya, farklı ülkelere konserlere gitmeye başladım. Şimdi baktığım zaman 55 ülkeye gitmişim bugüne kadar. Avustralya hariç 4 kıtaya gitmişim.

Burada tabii benim için çok ilgi çekici ülkeler de var. Çin mesela, ayrı bir dünya. Orta Asya Cumhuriyetlerinden Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan gibi yerlere gittim. Oralarda konserler yaptım. Pakistan’a, Rusya’ya gittim. Ukrayna’ya gittiğim 2004 yılında bu turuncu devrimin olduğu zamanla aynı güne denk gelmiştik. Otelden konser salonuna araba yok. 40 dakikada kalabalıkların içinden zorla yürüdük. Yani o tarihin dönüştüğü zamanları hatırlıyorum.

21 yaşımda Macaristan’da çaldığım zaman, o dönemde Berlin Duvarı yıkılıyordu. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışına da denk geldim ve Çavuşescu’nun devrildiği gün bütün Romanyalılar Macaristan’a kaçmışlardı ve büyük gösteriler vardı. O gösterilerin arasında falan kaldım. Yani çok enteresandır. İngiltere’de yaptığım bir konserde Ana Kraliçeyi, II.Elisabeth’in de annesini de gördüm. Orada yapılan törenlerde de çaldım. Hakikaten bunlar çok önemli benim için, kariyerim açısından.

Dolayısıyla her birinden ayrı anılar var. Güney Amerika’da farklı, Kuzey Amerika’da farklı konser salonlarında ve orkestralarla birlikte çaldım. Afrika’ya gittim. Afrika’da Etiyopya, Kenya, Güney Afrika, Zambiya, Mısır, Tunus gibi ülkelerde konserler yaptım. Orta Doğu’ya çok gittim. Ürdün’e, Suriye’ye, İsrail’e gittim konserler için.

Genelde Orta Doğu ve Afrika gibi bölgeleri sanatçılar müzik kariyerlerinde çok önemsemez görünürler, sizin için geçerli değil bu tez sanırım?

Yani bu bölgelerdeki ülkelerden davetler aldım ve gittim. Ben kendimi klasik müzikçi sıfatından çok genel bir müzisyen olarak görüyorum. Müzik her yerde müzik. Ama dünyanın müziği benim için çok önemli.

Yani farklı insanların kültürlerine büyük ilgim var. Mısır’da, Kenya’da yerli müzisyenlerle beraber çaldım. Zambiya’da çaldım. Guadalupe Adalarına gittim, orada bir İspanyol, bir Portekizli müzisyenle çaldım. Yani o yörenin kültürünü, o ülkenin kültürünü öğrenmek bana çok ilginç geliyor. Çok mutlu oluyorum o insanlarla beraber.

Bir resital için solist olarak bir yere gittiğim zaman ilk yaptığım şey yürümek ve sokakları bir görmek, yerel insanlarla tanışmaktır. Protokol dışında vakit bulabildiğim zaman rica ediyorum beni ne olursunuz yerel müzisyenlerle tanıştırın diye. Mesela Arjantin’de muhteşem bandoneoncu Rodolfo Medeiros var. Büyük bir usta. Şimdi 80 küsur yaşında falan. Onunla beraber Piazzolla çaldık aynı zamanda. Astor Piazzolla’nın oğluyla da Piazzolla eserini çalmak müthiş bir deneyimdi. Büyük anılar bunlar benim için.

Günlük rutin nasıl sizde?

Bir sporcu gibi her gün benim 3-4 saat keman çalışmam gerekiyor. Programımda bulunan performansa hazırlanmam gerekiyor. Onu yapmasam o zaman mesleğime ve kendime saygım kalmıyor. Benim seyircilerimin, dinleyicilerimin beni çaptan düşmüş olarak görmesi gibi bir durumu hiçbir zaman kabul edemem. Bir şey yok.

Yani bunu ben hem sanatseverlere hem kendime saygı olarak yapmak zorundayım. Çünkü her zaman çıtayı yükseltmem gibi bir beklenti var konserlerime gelen tüm sanatseverlerlerde. Yeterince çalışmadan emek vermeden seyircinin karşısına onlarla olay eder gibi çıkmak çok ayıp geliyor bana. Kendimin en iyisi olmalıyım ki onlar da beni takdir edebilsin ve beğenebilsinler.

Müzisyen kardeşliği gibi bir duygu var mı senfoni dünyasında?

Yani sanatta zaten usta-çırak ilişkisi işin doğasında var. Mesleki anlamda, aynı mesleğe sahip olan insanlar birbirlerinin dilinden daha iyi anlar. Herkes için, sizin için geçerli, benim de geçerli, başka bir meslek için de geçerli. O insanlarla bir arada olduğunuz zaman zaten ister istemez bir cemiyet havası içerisinde oluyorsunuz. Yani o konuları zaten onlarla hep konuşuyor oluyorsunuz. Bu doğal bir ortamın getirdiği bir sonuç. Müzikte size sahip çıkan birileri var gibi bir tablodan asla bahsedemeyiz.

Aynı yolda yürüyen insanların aynı düşünceden duyguları ve düşünceleri birbiriyle paylaşması doğal bir durum olsa da bu meslek çok nankör bir meslek. Yani özellikle bireysel olduğu için bu çalışma, yani öyle sahip çıkma gibi bir şey ben görmedim hiçbir zaman. Daima birbirinin gözünü oyma duygusu çok daha fazla vardır bu tür mesleki gruplar içerisinde. Aynı meslek yolunda yürüyenler çok egoist yaklaşabiliyorlar. Çünkü bu bireysel bir sanat, bir yıldızlık sanatı yani. Çünkü yıldızlar daima tek olmak ister.

“Her zaman bağımsız olmayı tercih ettim”

“Ayağınız kaydığı andan itibaren kimse gözünüzün yaşına bakmaz” diyen Cihat Aşkın şunları söyledi: “Güçlü olmak zorundasınız. Doğadaki şey de böyle değil mi zaten? Dolayısıyla daima güçlü olmak zorundasınız.Ben güçlü bir insanım. Benim gücüm hiç kolayına kaçmamaktır. Benim gücüm maddiyattan gelmiyor.

Benim gücüm herhangi birisine sadık olmaktan kaynaklanan ya da birisinden kuvvet aldığım bir güç değil. Benim gücüm bağımsızlıktan geliyor. Bağımsız bir insanım. Her zaman bağımsız olmayı seçtim. Daima bağımsız ve doğru bildiklerimi söyledim ve hayır diyebilecek kadar güçlüyüm. Çaldığım müzik senfoni ve çaldığım enstrüman keman ve ben bu müziğin ortak değerlerine, müzisyen arkadaşlarıma ve orkestralara her zaman büyük bir sevgi ve saygıyla yaklaşırım her zaman. Rekabet ve kaprisler de bu ortak değerlerimiz içinde doğaldır.”

Kaynak URL