“Dev bir kaleydoskobun içinde yaşamak gibi renkli”

“Dev bir kaleydoskobun içinde yaşamak gibi renkli”

 

 “Kişi artık öteki ile yüzyüze gelmiyor, ama kendisiyle çatışıyor. Bağışıklık sürecinin saldırgan bir biçimde tersyüz oluşuyla, bağışıklık kolundaki bir bozuklukla ve kendi savunma sistemlerinin yok olmasıyla birey kendi antikoruna dönüşüyor. Dolayısıyla tüm toplumumuz -mikroplardan arıtılarak akan iletişimde, interaktif akışta, değişim ve temas yanılsaması içinde- ötekiliği etkisiz kılmayı, doğal gönderme olarak ötekini yok etmeyi amaçlıyor. İletişim yüzünden bu toplumun kendisine karşı alerjisi artıyor.

Kendi genetik, biyolojik ve sibernetik varlığı karşısındaki şeffaflık yüzünden beden, kendi gölgesinden bile alerji kapıyor.” Fransız düşünür ve sosyolog Jean Baudrillard (Ayrıntı Yayınları, Işık Ergüden çevirisi) “Kötülüğün Şeffaflığı” kitabında böyle der ve ekler: “Yadsınan tüm ötekilik hayaleti kendi kendini yıkan bir süreç olarak diriliyor. Bu da kötülüğün şeffaflığıdır.” Günümüz dünyasının farklı mevzularından nasipleneceğiniz üstadın bu kitabını okuma seanslarınıza almanızı salık veririm!

Gelelim bugünkü kadrajımıza ilişen rotaya… 1976’dan bu yana Nişantaşı, Mim Kemal Öke Caddesi’nde konuşlanan ve ilk bakışta tam konumu anlaşılamayan ama yaklaşınca ağaçların arasından temizinden bir selam veren, Rabia Çapa ve Varlık Yalman kardeşlerin kurduğu (Mimar Mehmet Konuralp, aydınlatma tasarımcısı Şazi Sirel ve grafik tasarımcı / ressam Mengü Ertel’in imzalarıyla 80 m2’lik bir alanda yer alan) Maçka Sanat Galerisi, 40 yıllık serüveninin ardından 2016’da kapanmıştı.

Bugüne kadar Abidin Dino, Aliye Berger, Füreya Koral, Fahrelnissa Zeid ve Sarkis gibi pek çok sanatçıya ev sahipliği yapan, toplamda 200’ü aşkın yerli ve yabancı sanatçı ve eserini sanatseverlerle buluşturan galeri, bu kararın ardından, beş yıl sonra Rabia Çapa’nın kurumu, kızı Didem Çapa’ya devretmesiyle yeniden merhabasını vermiş oldu… Biz de bu açılış kapsamında, Didem Çapa ile geçmişten günümüze MSG fonunda, tadında bir röportaj gerçekleştirdik… (Es notu: Birinci fotoğraf Bilge Alkor çekimi, Varlık Yalman ve Rabia Çapa, MSG girişinde, 1970’lerin sonu.)

Varlık Yalman ve Rabia Çapa

“Geçmiş ve yeni sanatçılarla birlikte ilerlemek”

· Röportajımıza da giriş yazısı olan Baudrillard’ın “Kötülüğün Şeffaflığı” kitabındaki pasajından yola çıkarsak pandemi yamacında, sizin halet-i ruhiyyeniz nasıldı; bu geçen iki yılı ve bugünü, kişisel hikayenizde ve MSG’nin sanatsal boyutunda yorumlamanızı istersek ortaya nasıl bir fotoğraf çıkar?

Pandemi sürecinin, insanların hayatlarına ve bakış açılarına farklılıklar getirdiğine inanıyorum. İçinde yaşadığımız kapitalist dünyada, insanlar her şeyin satın alınabilir olmadığını bir kez daha anladı. Belki de Covid19 bir virüsten öte, felsefeden ve özümüzden uzak, kişisel hak ve seçimleri gözardı eden, tehdit, öfke, korku gibi duygularla halklarını yönetmeye çalışan liderlerin varlığında, hâlâ savaşlarda ölen insanlar ve yaşarken doğasını hunharca katlettiğimiz, çoktandır hasta bir dünyanın son farkındalık mesajıdır bizlere… Pandemi sürecinde; aklı ve ahlâkı ön planda tutan, insanın mutluluğu kendinde bulacağına inanan, özgürlüğü, eşitliği, doğaya uyum sağlamanın gerekliliğini savunan filozof İmparator Markus Aurelius yazdıklarını ve Stoa felsefesini yeniden okudum.

Kontrol edemeyeceğimiz olaylar için karmaşık teoriler üretmek yerine, harekete geçip, düzeltebileceğimiz işlere odaklanmayı esas alan bu felsefeye inanırım. Pandemi sürecinde araştırmalarımı sürdürdüm. Okudum. Hayaller kurdum. Takı koleksiyonları hazırladım. Yaratıcı Çocuklar Derneği için yeni projeler planladım.

Hoşköy’deki deniz fenerimin restorasyonuyla uğraştım. Bir de ve belki de en çok MSG’nin yeniden açılış süreciyle… Kültüre, sanata ve tasarıma adanmış ve beni mutlu eden bir hayatım var. Bence hayat sahip olduğumuz değil, yaşadığımız ve paylaştığımız kadar… Pandemi benim için araştırmaya, planlamaya ve üretmeye devam ettiğim, evden çıkma yasaklarında hayali seyahatler yaptığım değişik bir deneyimdi. MSG’nin de yeniden başlangıcının esasları, süreçleri ve ilk yılın sergileri de bu dönemde belirlendi.

· MSG’nin bugün sizin perspektifinizde yeniden hayat bulmasına gelmeden evvel, pandemi sürecinde böylesi köklü bir sanat oluşumunu devam ettirme kararınızdaki hissiyatınız neydi, misal tetikleyici etkenler nelerdi?

MSG açıldığında, ben 13 yaşındaydım. Orada sanatçılar, yazarlar, şairler arasında büyüdüm. Müthiş bir sanat iklimiydi. MSG, 40 yılını içeren “Görünmeyene Bakmak” kitabı ve 40. yıl yemeğinin ardından arşivini Arter Müzesi’ne devrederek 2016’da kapandı. Bu bizler için gurur verici olduğu kadar, böyle bir sanat ortamının kapanması bakımından da çok üzüntü vericiydi. Kapanışının ardından MSG’ndeki anıları, anlatılanları sıkça hatırladık. Pandemi öncesinde bir gün sanatçılarla birlikte buluşup konuştuğumuz ortamda, “Galeriyi artık kızım yönetecek” dedi. Herkesle bir duyduğum bu kararın bendeki etkisi müthişti. Heyecan ve ardından gelen binlerce düşünce yüzünden günlerce uyuyamadım.

MSG, hem büyük bir miras hem de büyük bir sorumluluktu. Yeni dönemi planlamak için çok çalıştık… MSG, sanat dünyasına yön veren öncü tavrından vazgeçmeyecek, genç sanatçıları desteklemeye; sanatçıların, takipçilerin, kısaca hepimizin gelişimine katkı sağlayan söyleşilerine devam edecek. Mimariyi sanatla buluşturmak amacıyla başlattığımız mimarların yaptığı yeni yıl ağaçları da…

Hedefimiz geçmiş ve yeni sanatçılarla birlikte ilerlemek, insanları düşündürecek kavramlar üzerine karma sergiler geliştirmek, daha teknolojik bir alt yapıya sahip olmak, gelişen dijital dünyada dijital sanatta da var olmak, “Maçka Sanat Kampüs” ve “Maçka Sanat Çocuklarla” gibi etkinliklerle gençleri ve çocukları sanatla, sanatçılarla buluşturmak, ayrıca annemin başlattığı sanatçı giysileri yerine, takı tasarımcısı olarak sergi takıları yapmak, farklı ülkelerin sanatçılarının katılımıyla açılan karma sergilerle sanatçılar arasında etkileşim ve yeni işbirlikleri geliştirmek gibi daha pek çok çalışmayı planladık. 2016’nın 16 Kasım günü kapanan MSG, 2021’de, yine kapandığımız gün olan 16 Kasım’da açıldı.

Açılışımıza gösterilen ilgi ve coşku bizi mutlu etti. Yine de zor bir dönemde açıldık diyebilirim… Sanat, mağara devrinden günümüze kadar her koşulda devam etti. Zorluklar da hayatın bir parçası değil mi? Üstelik pandemi sürecinde, bence insanlar sanatın hayattaki rolünü ve önemini çok daha iyi anladılar.

“Zamanın ana akım sanat eğilimleri dışında”

· Pandemide yeniden merhaba demeniz manidar; fakat üstüne, Einstein’ın sevdiğim tanımı ‘zaman olmadan mekan, mekan olmadan da zaman asla’ sözüne istinaden, Serhat Kiraz ve Hakan Gündüz’ün zaman kavramını yorumladıkları ‘Moment/An’ sergisiyle sanatseverlerle buluşuyor olmanız da hem çok anlamlı hem de temizinden bir tebessüm gibi. MSG, bize ilk merhabasında ne diyor ve bu sezon bu diyeceklerine ek olarak neler bizleri bekliyor?

İlk sergi yeni duruşumuzu ortaya koyması açısından önemliydi. Galerideki bellek projelerini gerçekleştiren Serhat Kiraz, 1993’te açtığı “Translation” sergisinde bana aslında bu serginin gelecekte nasıl olacağını anlatmıştı. Onu dinlerken, geleceğin teknolojileriyle neler yapılabileceğini düşünmüştüm. Sanatçı, bilgisayar programcısı Hakan Gündüz’ü, Serhat Kiraz ile buluşturma fikri böyle doğdu. Serginin konsepti ve içeriği iki sanatçı tarafından belirlendi. “An / Moment” projesi zamanın en küçük birimi olan an üzerinden zamanı ve sistemi sorgulayan bir sergi.

İnsanın icat ettiği zamanın kendi tarafından sorgulanmasına, tartışılmasına, yorumlanmasına ve deneyimlenmesine olanak sağlıyor. Güneş saati, mekanik saat ve dijital saat gibi farklı çağlarda zamanı ölçen araçlar üzerinden, galerinin mekansal zamanı ile kendi içsel zamanımıza doğru uzanıyor. İki sanatçı, her şeyin satılıp, satın alındığı, egoların ön plana çıktığı kapitalist dünyaya karşı satış kaygısından uzak, bizim işimiz diyerek, cesur bir duruşla izleyiciyi kavramsal ve deneyimsel zeminde, dün, bugün ve yarını yaratan en küçük zaman birimi olan an üzerinden sistemi düşünmeye davet ediyor.

 · Türkiye’nin kültür sanat anatomisinde ve arşivinde önemli, hatta galericilik rotasında koordinatları da çizen bir marka olan MSG’nin 40 yılının bugüne düşen güzergahında, ‘Z Raporu’ndan ne çıkar?

MSG, 1976’da annem Rabia Çapa ve teyzem Varlık Sadıkoğlu tarafından kuruldu. İlk sergiden itibaren gelecek yıllarda sürdüreceği öncü tavrın bir göstergesi olarak sanatta eleştirel ve sorgulamacı tavırlarıyla tanınan sanatçıların eserlerini sergilemeye ağırlık verdi. Türkiye’de ilk kez kavramsal sanat başlığı altında üretilen işlerin izleyiciyle buluştuğu yer oldu. Sanat üzerine düşünülen, tartışılan ve öğrenilen bir kurum olarak Türkiye çağdaş sanat sahnesi içinde kendine özgü bir yer edindi.

Zamanın ana akım sanat eğilimleri dışında kalan ve bugünün tanınmış sanatçıları ilk kez MSG’nde açtıkları sergileriyle sanat sahnesinde görünürlük kazandılar. MSG, İstanbul sanat ortamıyla çoğu kez uyuşmayan çizgisinden ve idealinden ödün vermeden, 40 yıl boyunca izleyiciyle sanatı buluşturdu ve bu yolda zengin bir sanat arşivi oluşturdu. 2016’da yurt içi ve yurt dışında açtığı 204 serginin belgeleri ve fotoğraflarıyla birlikte, her sergide sanatçı ve izleyicilerin birlikte tartıştıkları toplantılarından oluşan dia’lı konuşma bantları arşivini ve sanatçı giysileri koleksiyonunu Arter Müzesi ile paylaştı.

 “Eskiye kıyasla daha ticari buluyorum”

· Pandemide pek çok galeri, sanatçı ve küratör, meramını dijital ortamda ifade etmeye başladı. Ve belki de bundan sonrasında farklı kanalları keşfetmeye de devam edeceğiz gibi! Virüs çağı dedikleri bu yüzyılda, dijitalin bambaşka boyutlarına evrilirken, siz değişim ve dönüşümleri nasıl görüyorsunuz?

Bu süreçte, ani ve hızlı olarak dijital bir dünya düzenine alışmak zorunda kaldık. Dijital teknolojilerin ve iletişim platformlarının hayatımızı yönlendirdiği yeni bir dünya düzenine geçtik. Dijitalleşme her alanda karşımıza çıkıyor. Dijital sanat, dijital paralar, Metaverse’de planlanan yeni projeler, hayatlar gibi… Yaşananların kalıcılığı yarattığı etkilerle belirlenir. Bu yeni sürece ayak uydururken bir yandan da sınırları ve sonuçları üzerine düşünmek gerek.

· Pandemi öncesi, son yıllarda “sanat pazarı”nın sert bir değişim evresine girdiği konuşuluyordu. Ve şimdi ise hızlı bir şekilde bambaşka sorunlardan bahseder olduk. Mesela, Sotheby’s müzayede evinin düzenlediği internet müzayedesinde, Fahrel Nisa Zeid’in soyut çalışması yaklaşık 2 milyon 700 bin lira fiyata satılarak yeni rekor olmuştu. Eleştirmenler, alıcıların % 80’i eserleri yakından görmeden alıyor, bildikleri, tanıdıkları usta isimlerin eserlerine yoğunlaşıyor diyorlar. Peki, sizce bu süreçte genç sanatçılara ne olu(yo)r? Pandemi seyahatleri de olumsuz yönde etkiledi, dolayısıyla sanatla olan ilişkimizde de coğrafi kısıtlamalar oldu. Bunun koleksiyonerler açısından iç piyasaya yönelme ya da eskiye nazaran daha çok önemsemesi olabilir mi? Sizin öngörünüz nedir, nelere dikkat edilmelidir?

Bugünkü sanat ortamını eskiye kıyasla daha ticari buluyorum. Cep telefonlarıyla iletişimin yaygınlaşması ve aynı zamanda sığılaşması gibi… Sanat mağaralarda kapitalizmin dışında doğdu. Gelişimi de yine kendince sürecek. Sanat tarihinde çok satan sanatçılar daha çok yer almadı. Bundan sonra da öyle olacak. Örneğin, “Kırmızı Üzüm Bağı” isimli tablo, Vincent Van Gogh’un hayattayken sattığı ilk ve son resmi olmasına rağmen, dünya sanat tarihindeki yerini aldı. Olay bakış açısında bitiyor. İç ya da dış piyasadan almaktan çok, hangi sanatçının, hangi eserini, koleksiyonumuzun bütünlüğü açısından niye aldığımız önemli. Sanat alanında galerilerin sadece satışı hedeflememeleri, koleksiyoncuların toplayıcı olmaktan öte, bilinçli seçimleri esas alması gerektiğini düşünüyorum. Sonuçta iyi bir galeri, bir sanatçı ya da iyi bir koleksiyoner olmanın yolu bilinçli seçimlerden geçiyor.

· Editörlüğünü siz ve Dr. Necmi Sönmez’in üstlendiği “Görünmeyene Bakmak / Maçka Sanat Galerisi’nin 40. Yılı” adlı kitaba -belleğe- bakınca, günümüz sanat ortamını düşünüp acı bir hüzne kapılmadım dersem yalan olur; ve aklıma, “Tanıdığım en güzel insanlar, yenilgiyi, acıyı, mücadeleyi, kaybı yaşamış olan ve diplerden çıkış yolunu kendileri bulmuş insanlardır. Güzel insanlar öylece ortaya çıkmazlar; onlar oluşurlar…” diyen psikiyatrist Elisabeth Kübler-Ross’un sözü geldi. Siz ne söylemek istersiniz?

Elizabeth Kübler-Ross çok doğru söylemiş. Şimdiki gençler her şeye kolay yoldan bir anda ulaşacaklarına inanıyorlar. Oysa başarılı insanlara baktığımızda, bir amaç uğruna cesurca, yıllar boyu vazgeçmeden çalıştıklarını görüyoruz.

“Yine dünümüzdeki aynı hedeflerdeyiz”

· Kitapta; Necmi Sönmez’in “ada kimliği… çağdaş sanat enstitüsü” tanımları ya da Karoly Aliotti’nin, “zira galeri, salt bir sanat mekanı değil, daha ziyade bir laboratuvardır” dediği veyahut Füreya Koral’ın, “bir yerde okul bir yerde bir sanat cereyanını ortaya koyan bir alan” betimlemesi gibi, aslında MSG’nin zamanın ötesine nasıl taşındığının birer kanıtı gibi. Mimarı Mehmet Konuralp’ın; “80 m2 civarındaki yarı beline kadar toprak altında düşük tavanlı bir bodrumdan” yarattığı mekan, bugün 2022 yılı perspektifinde 40 yıllık mazisiyle genç sanatçılara ve galericilere ne söylemek ister?

Sanat tıpkı hayat ya da teknoloji gibi hızla değişiyor. MSG, öncü olmayı esas alan bir galeri… Bugün Türkiye’deki en önemli müzeler ve koleksiyonerlerde bizim sanatçılarımız var. Sanatın yarını için yine dünümüzdeki aynı hedeflerdeyiz. Hedefimiz öncü olmak, disiplinlerarası birliktelikler kurmak, yöneticisinden sanatçısına ve izleyicisine kadar hep birlikte öğrendiğimiz, değiştiğimiz, dönüştüğümüz bir iklimi sürdürmek. Geçmişten gelen bu bilinci korumaya çalışırken, yeni dönemin teknolojisi, dijital sanatı ve sosyal mecralarıyla daha etkin olmak, çocukları, gençleri sanatla buluşturmak. Geçmişteki öncü tavrımızı yarınlara taşımak. Öncü olmak için özgün çalışmalar yapmak gerekiyor. Dün olduğu gibi bugün de özgün ve öncü olanlar yarınlarda varolacaktır.

· Yine kitaptan; 13 yaşından beri içinde hayat bulduğunuzu ve “dev bir kaleydoskobun içinde yaşamak gibi renkli ve güzeldi… o zamanlar, müthiş bir sanat iklimiydi… Can Yücel cebinden çıkardığı bir kağıttan son şiirini okur, Füreya Koral başta olmak üzere sanatçıların hepsi anılarını anlatırlardı” dediğiniz ve tam da anneniz Rabia Çapa’nın da ifade ettiği biçimde, “bir yaşam biçimi olarak sanat” veyahut “galericilik, sergide açık tablo satmak değil, bir yaşam biçimidir” dediği yerden; bugün gelinen konjonktürde Türkiye ve dünyadaki sanat oluşumlarını, galerileri, kurumları ve sanatseverleri; kısaca sanatı yaratanları ve aracılarını nasıl gözlemliyorsunuz?

Bugünün kapitalist dünyasında her şey daha ticari bu da çıkar için kurulan ilişkilerde insanların düştüğü boşluk, mutsuzluk gibi sonuçlar doğuruyor. Bence farkındalık, samimiyet, alıp satmaktan ya da sahip olmaktan daha değerli. Farkındalıkla kurulan etkileşim alanlarında gelişiyoruz. Bu alanda önemli çalışmalar yapan kurum ve kişileri destekliyoruz. Sonuçta, iyi olanlar sanat tarihindeki yerini alıyor. Dün de böyleydi. Yarın da böyle olacak.

· Son olarak şu an devam eden serginizden ve temasından bahseder misiniz?

Ressam, heykeltıraş, Doç. Dr. Fatih Kızılcan’ın “Monoton – Monokrom” başlıklı sergisi. Meraklıları sergiyi 19 Şubat’a kadar görebilir. Özgün yapıt üretim tekniği ile 30’a yakın kişisel sergiye imzasını atan Kızılcan’ın yapıtları, alışıldık tuval-fırça veya desen-kâğıt ilişkisiyle değil, yüzyılın ilk yarısında, Almanya’da ortaya çıkan psikoloji kuramı Gestalt’a dayandırdığı betimleme tekniği ile öne çıkan figüratif çalışmaları kapsıyor. Sanatçı eserlerini açık bir zemin üzerine çekilen koyu renk boyadan silme ve kazıma yolu ile ortaya çıkararak, kafasındaki betimlemelere erişiyor. Bir başka deyişle resimlerini boyayarak değil, silerek yapan ve meselesi insan olan bir ressam.