Yazılarımı dolmakalemle yazma alışkanlığım var

Faruk ŞÜYÜN

Şiirlerini severek okuduğum Hilmi Yavuz’la şairliğinin ötesinde 40 senelik bir mazimiz var; özellikle 80’li yıllardan hiç unutmadığım dolu dolu anılar anımsıyorum. Yazları Bodrum’da geçirirdi. Gittiğimde neredeyse her gün evine uğrardım; haftada bir kez de meşhur suböreğini yemeğe Fener’e giderdik. Kumsalda ve denizde uzun sohbetler eder, akşamüzeri evlerinin bahçesinde yeşil mandalinaların rayihasını yudumlayarak günbatımını beklerdik.

Halen yayın yönetmeni olduğum DÜNYA Kitap Dergisi’nin edebiyat seçici kurullarında 1990’lı yıllarda birlikteydik. Bu arada dergide bir yazar tiplemesi yaratmıştı; İrfan Külyutmaz adıyla çok ses getiren yazılar kaleme alıyordu.

2000’lerde pek görüşemedik. 2019’da ‘Behçet Hoca’ kitabıyla Dünya Kitap ‘Yılın En İyileri’ Jüri Özel Ödülü’nü alınca pandemi öncesindeki ödül töreninde buluşmuştuk. Aradan iki yıl geçti, şimdi de çalışma mekânında, yazı masasının başındayız. Pencereler ve kapı hariç, duvarları kitaplarla dolu küçük bir oda. Ama oldukça büyük, üzeri kitaplarla yüklü çalışma masası orada…

“Aslında küçük bir masada çalışıyordum” diyor Hilmi Yavuz, “gördüğün gibi küçük bir oda zaten. Fakat, küçük bir masada çalışmak bana pek uygun gelmedi, çünkü oldukça dağınık bir insanım. Masanın üzerinde birçok şeyin aynı anda olmasını isterim. O yüzden küçük masanın benim bu isteğime elverişli olmadığını görünce bir arkadaşımdan rica ettim, evinde kullanmadığı büyükçe bir masa varmış onu aldım, gördüğünüz o. Tam da istediğim elverişlilikte bir masa; büyük ve üzerine gözümün önünde olmasını istediğim birçok şeyi koyabiliyorum.”

Masada envai çeşit kalemler ve iki dolmakalem duruyor. Hilmi Yavuz bir dolmakalem tutkunu. Diyor ki “öteden beri tüm yazılarımı dolmakalemle yazmak gibi bir alışkanlığım var. Dolmakalemsiz olamam. Her gün ceketimin sol iç cebine iki dolmakalem koymadan evden çıkmam, aksi durumda tedirgin olur; bir şey unuttum, mutlaka bir eksiğim var diye elimi sol cebime atarım ve orada kalemlerden birinin ya da ikisinin eksik olduğunu görünce eve döner, kalemlerimi alıp iç cebime yerleştirir ve yeniden yola çıkarım.”

Dolmakalemle yazmak, defterlere sahip olmak demek; bir tercihi var mı?

“Yakın dostlarımdan bu konuda genellikle azar işitiyorum. Çünkü ben, lüks ve alımlı defterlerden pek hoşlanmam. İlkokulda kapaklarında tuhaf resimler ya da fotoğraflar olan renkli defterler kullanılır. İlkokul çocukları için özellikle üretilmişlerdir. Ben onları tercih ederim, dostlarım da genellikle bana takılırlar ‘niye böyle defterlere yazıyorsun?’ diye ben de nedenini bilmediğimi, ama onlara yazmaktan haz duyduğumu söylerim.”

Masadaki bilgisayar?

“Bilgisayar benim için bir tür temize çekme… Çıktı aldıktan sonra üzerinden tashih yapmayı sağlama işlevi görüyor.”

Kitaplara karşı ne kadar hassas olduğunu çok iyi biliyorum. Okurken onları mutlaka 90 derece açık tutar:

“Kitaplara itina gösterilmesi gerektiğini, onların da bir kimliği, tıpkı insanlar gibi bedenleri olduğunu düşünüyorum. Biz nasıl bedenimize ihtimam gösteriyorsak, çok fazla eğip bükmüyorsak, aşırı eğip büktüğümüzde acı duyuyorsak kitaplara da bu tür muamele yaptığımızda onların bedenini örseleyebiliriz. O yüzden belli bir açıyla okunması gerektiğini düşünüyorum. Bunun için bazı formüller geliştirmek gerekiyor. Yani kitaplar onların bedenine itina gösterilsin endişesiyle meseleye bakıldığında kolay okunmuyor.”

Bir de tespih var, hac’dan gelen bir arkadaşı armağan etmiş. “Zaman zaman ya sabır çekmek için kullanıyorum” diye anlatıyor.

Ya büyüteç?

“Büyüteç benim okur yazarlığımın olmazsa olmaz bir parçası haline geldi. Çünkü, gözlerim pek iyi görmüyor, yakın gözlüklerimle okuyamıyorum. Aslında belki de doktora gidip camları değiştirmem gerekiyor.”

Kitaplık çok yakın, ama kimi kitapların masanın üzerinde olmasını yeğliyor. “Kitapların masanın üzerinde olması kitaplıkta bulunmalarından her anlamda daha yakın geliyor” diyor. Yine de bazı kitapları aramak durumunda kalıyor, bulamadığı zaman da yeniden alıyor. Sonra genellikle olduğu gibi başka bir şey ararken karşısına çıkıyorlar!

Masanın üzerindeki kutuların içinde eski kalemler varmış “kalemlerimi atmıyorum, atamıyorum. Bizim kuşağın belki annelerimizden kalan bir özelliği, annem de rahmetli öyleydi hiçbir şeyi atmazdı” diyor ya aklıma annesiyle ilgili birkaç dizesi geliyor: “Hilmi diyor ki / Annem ç iç ek işlemeli bir lâ mbaydı / Karartma gecelerinde.” Devam ediyor Hilmi Yavuz:

“Aynı şeyi Behçet Necatigil’de de görmüşümdür. Ölümünden sonra odasına girdiğimizde hocanın o her zaman bildiğimiz tavrının hayata nasıl geçirildiğini de gördük. ‘Bulunsun!’ derdi hoca. Bende de böyle bir şey var, atamıyorum.”

Çalışma odasına, masasına bir bağımlılığı var mı?

“Senin sorduğun anlamda bağımlı değilim. Bizim kuşağın, 50 kuşağının bir özelliği var kahvelerde yazmak gibi. Nadiren de pastanelerde Baylan gibi. Kahvelerde oturup yazdığımı ve çalıştığımı çok hatırlıyorum Fatih Kıztaşı’nda Acem’in Kahvesi’ne veya Ali Emiri Kitaplığı’nın hemen karşısındaki Yıldırım Kahvesi’ne giderdim. Yine defterlerimi alıp yazları Bodrum’a gidiyorum. Geçmiş Yaz Defterleri, Bulanık Defterler Bodrum’da yazıldı.”

Kahve geleneği hâlâ sürüyor, son yıllarda en geç altıda Taksim Gezi Pastanesi’nde oluyor. Orada hem dostlarıyla buluşuyor, fırsat buldukça da çalışmaya devam ediyor.

Son sorum, masanın üzerindeki iki hoparlör:

“Çoğunlukla müzik dinleyerek çalışıyorum. Sevdiğim müzisyenler var, onları dinliyorum, ancak özel bir tercihim yok; o gün nasıl bir müzik dinlemek istiyorsam, şimdi mood’uma göre diyorlar ya öyle…”

Kaynak URL