İnsan evladını satar mı?

Doğan Selçuk ÖZTÜRK

Hocam, öncelikle kısaca sizi tanıyarak başlayalım sohbetimize…

Kendi kendime okuma yazmayı sökerek 5 yaşında okula başlamışım. Ortaokul son sınıfta bir öğretmenimin teşviği ile Robert Koleji’nin sınavına girmeye karar verdim. Türkiye ikincisi olarak kazandım. Hayatımdaki önemli dönüm noktalarından biriydi. Robert Koleji’nin son sınıfında okula bir Apple 2 bilgisayar geldi. Okulda kullanmayı bilen kimse yoktu. Böyle bir makineyi kumanda edebilmek çok ilgimi çekti ve okul müdürüne gidip bilgisayar kulübü kurmak istediğimi, öğrenip diğer kişilere öğreteceğimi söyledim. O da tamam dedi. Benim için önemli bir fırsat oluşmuştu ve bundan sonraki hayatımı bilgisayarlarla geçirmemin başlangıcı idi. Boğaziçi Üniversitesi’nde okumak istiyordum. Ancak o dönemde bilgisayar mühendisliği bölümü olmadığından elektronik mühendisliğini seçtim. Matematiği çok seviyordum, bu nedenle çift ana dal yaptım. Bu sefer kafam iyice karıştı. Matematik mi okuyayım, elektronik mi, bilgisayar mı? Son sınıfta Atilla Aşkar hocamız Brown Üniversitesi’nin uygulamalı matematik bölümünü tavsiye etti, mühendislikle matematiğin karışımı bu bölümde iki bölümden de dersler aldım ve yapay zekâ ile orada tanıştım. Eşimle de orada tanıştım ve ben Brown’ı bitirdikten sonra evlendik. Deneyim kazanmak ve biraz da birikim yapmak için birkaç sene orada kaldık. Beş sene General Motors (GM)’un araştırma laboratuvarında çalıştım. Sonra Türkiye’ye döndük. Zaten hep baştan beri döneceğiz diyorduk.

İTALYANLARA TEKNOLOJİ ÜRETTİK

Türkiye’de akademik hayata devam ederken bu dönemde geliştirdiğiniz projelerle iş dünyasına geçiş yaptınız bir yandan da…

Boğaziçi Üniversitesi’ne öğretim üyesi olarak döndüm. Daha çok olasılık, istatistik konularında çalıştığım için endüstri mühendisliği bölümüne girdim. Görüntü işleme konuları ilgimi çekiyordu. Bir laboratuvar kurdum Boğaziçi’nde. 13 sene orada kaldım ve her sene bütçe istememe rağmen hiç destek alamadım. Ayrılırken ise birkaç yüz bin dolarlık cihaz bıraktım. Dişimizle tırnağımızla kazıyarak, yurt dışındaki projelere başvurarak bir birikim yaptık.

Cemil Arıkan Hoca’nın teşviğiyle Avrupa Birliği projeleri almaya başlamıştık. Aldığımız bir projede üniversitenin yanı sıra bir şirketin de bulunması gerekiyordu. Cemil Hoca “Hadi bir şirket kurun” dedi. İlk şirketimi böylece zorlamayla kurdum, hiç girişimcilik gibi bir düşüncem yoktu. O dönem hocaların şirket kurmasına da sıcak bakılmıyordu. İki mezun öğrencimizle beraber Vistek’i kurduk. Birlikte kurduğumuz Alper Atalay’ı bir trafik kazasında kaybedince devam edip etmeme arasında kaldık. Alper’in adına bir burs fonu kurmuştum. Onun hayalini gerçekleştirmek için Vistek’e devam etme kararı aldım. 8-9 sene boyunca İtalyanlara teknoloji ürettik. Ürünler, görüntü işleme teknolojisi ile kalite kontrol ürünleriydi. Sonra 2001 yılında Sabancı Üniversitesi’ne geçtim. Sabancı’da kurduğum laboratuvar 2006 yılında Avrupa Birliği tarafından mükemmeliyet merkezi seçildi. Bu arada Sabancı da Türkiye’deki ilk kuluçka merkezi Innovent’i kurdu ve Vistek’e ortak olmak istedi. Üniversitenin Vistek’e ortak olmasıyla birlikte ben de şirkete daha fazla vakit ayırmaya başladım.

Almanlarla yolunuz nasıl kesişti?

2009 yılında bizim çalıştığımız konularda Avrupa’da birinci, dünyada üçüncü sırada olan Alman Isravision firması bizimle ortaklık kurmak istedi. İlk reaksiyonum “Hadi canım, insan evladını satar mı!” gibi duygusal bir yaklaşımdı. O dönemde exit (çıkış) gibi bir kavramdan habersizdik. Türkiye’de girişimcilik ekosistemi yeni yeni gelişiyordu.

Zor bir dönemdi. Bankalar start-up’lara kredi vermiyordu. Büyük firmalar bizim referansımız yeter, bir de bizden para mı istiyorsunuz modundaydılar. İşi yapıyordunuz parayı ödemiyorlardı. Türkiye’de melek yatırım, risk sermayesi vb. kaynaklar yoktu. O yüzden Almanlar bize ilaç gibi geldi. Ortaklığın bir şartı da dört sene sonra şirketin tümünü alma hakkıydı. Çocuklarım bu işe ilgi duymadıkları için kabul ettim. Nitekim 2013’te şirketi Almanlara sattık. Teknik konularda iyiydim, ancak girişimcilikle ilgili bilgim sınırlıydı. İş idaresi, finansman vb. konuları bu dönemde öğrendim.

İSTANBUL AŞIĞIYIZ, O YÜZDEN PERA’YI SEVİYORUZ

Peki, Vispera’ya gelecek olursak… Kuruluşundan bahseder misiniz?

Vistek’te çok iyi bir Ar-Ge ekibi kurmuştuk. Ar-Ge’nin başındaki Ceyhun Burak Akgül ile birlikte yeni bir şirket kurma kararı aldık. Ar-Ge ekibindeki en iyi kişiler de bizimle gelmeyi kabul ettiler ve böylece şimdiki şirketimiz Vispera doğdu. Yaptığımız iş görüntü işleme, yani vision; pera da hem perakende hem de Beyoğlu’nun eski adı. Ceyhun da ben de İstanbul aşığıyız, o yüzden Pera’yı seviyoruz. Ayrıca vispera İspanyolcada arife demekmiş. Biz de Vispera’yı güzel şeylerin arifesi olarak konumluyoruz.

Vispera’da şu an 30 ülkeye teknoloji ihraç eder hale geldik. Teknolojik olarak rakiplerimizin önündeyiz. Yaptığımız iş, perakende alanında mağazaların dijitalleşmesi. Bir yandan Coca Cola, Unilever, Philip Morris, Henkel, Danone gibi üretici firmalarla çalışıyoruz, bir yandan da perakendecilerle. Hollanda, Amerika ve İngiltere’de birer şirket kurduk ve böyle böyle büyüyoruz. Hedefimiz ilk günden beri Türkiye’den çıkan ilk yüksek teknoloji unicorn’u olmaktı. O hedefe doğru ilerliyoruz.

Bir Türk girişimci olarak en çok sıkıntı yaşadığınız konuların başında ne geliyor?

Kesinlikle önyargılar… Genelde bize, Türklere Türkiye’de de güven yok, yurt dışında da… Bizde yabancı hayranlığı varsa, onlarda da Türklere bir güvensizlik söz konusu. Bununla ilgili farklı zamanlarda karşılaştığımız olayları anlatabilirim. Almanlar gelmeden önce yürüttüğümüz bir Avrupa projesinde yaşadığımız bir anıdan başlayayım. Bir gün bir İngiliz bana geldi ve sizden özür dilemek istiyorum dedi. Niye dedim. “Bu projede Türkiye’nin önemli bir rolü var, siz nasıl olsa bunu yapamazsınız diye biz alternatif çözümler ne olabilir diye konuşuyorduk aramızda. Ancak görüyorum ki en az bizler kadar iyisiniz. Hatta daha bile iyisiniz. Bu önyargımdan dolayı özür dilerim” dedi. Türkiye’ye gelince de bu güvensizlik yabancı hayranlığı olarak kendini gösteriyor. Onunla ilgili de Vistek’te yaptığımız bir projeden bahsedeyim. Kurutulmak üzere yere serilen incirler nem kaparsa aflatoksin denen kansorejen bir madde oluşuyor ve bu sadece ultraviyole ışık altında gözüküyor. Kapalı bir alanda yüzlerce kadın aflatoksinli incirleri bulmaya çalışıyor ultraviyole ışık altında ve bu ciddi sağlık risklerini beraberinde getiriyor. “Bu aflatoksinli incirleri ayıklayan bir makine yapabilir misiniz?” diye sordu bir müşterimiz. Benzer bir makine yapan Belçikalı bir firma vardı, ancak bizimkinin performansı ondan daha iyi oldu. Başka bir müşteri teknik müdürlerinin makinemizi beğenmediğini söyledi, nedenini anlamak için kendisi ile görüşmek istedim. “Belçikalılar lazer kullanıyor. Siz kamera kullanıyorsunuz. Eski teknoloji” dedi. Şöyle cevap verdim: “Belçikalılar da kamera kullanıyor, lazeri aydınlatmak için kullanıyorlar. Aflatoksin 365 nanometrede ortaya çıktığı için biz özellikle lazer kullanmıyoruz, o dalga boyunda özel bir ışık kullanıyoruz.” Durdu, durdu, “Ama onlar şu marka kamera kullanıyor, en iyisi o” dedi. Bağımsız kuruluşların yaptığı listede o markanın daha altlarda olduğunu söyledim. “O zaman neden onu kullanıyorlar?” dedi. “Daha ucuz da ondan” dedim. Hiçbir araştırma yapmadan yabancı yapıyorsa daha iyi yapıyordur önyargısı var maalesef. Bununla yıllar boyu mücadele ettik, hâlâ da ediyoruz.

PROJEYİ BİTİRDİK AMA BİZE GELEN KİŞİ ORTADAN KAYBOLDU

Başarıya ulaşmayıp da ders aldığınız projeleriniz oldu mu?

Ankara’da bir alışveriş merkezinin girişinde bir Piri Reis haritası var. Bunun tasarımı için 7 kişi 21 gün çalışmış. Sonra da 100 kişi 3 hafta boyunca taşları dizmiş. Bir makineci bize gelip “Bunu otomatik yapan bir sistem yapar mısınız?” dedi. Mozaik sektörüne makineler satıyormuş, bütün dünyaya satabileceğini iddia ediyordu. Biz de önce bir yazılım yaptık. 7 kişinin 21 günde yaptığı tasarımı saniyeler mertebesinde yapan bir yazılım. Sonra da taşları dizme işini hızlıca yapmak için bir robot yaptık. Projeyi bitirdik ama bize gelen kişi ortadan kayboldu. Hiçbir sözleşmemiz, garantimiz yoktu. Türkiye’de bu işi yapan başka bir firmaya yazılımı sattık ancak donanım için robotu almadılar. Çin’de fabrika kurmuşlar, orada yaptırıyorlarmış. Çalışmamızın patentini aldık, ardından ödül de aldık. Akademik olarak çok başarılı bir projeydi ama ticari başarı elde edemedik.

Maaşları ödemek zorundayım

Almanlarla çalıştığınız dönemden unutamadığınız bir anınızı paylaşabilir misiniz?

Türkiye’deki bir firmayla, isim vermeyeyim, bir proje yapıyorduk, sözleşmemiz vardı. Belli işleri teslim ettiğimizde belli bir miktar ödeme yapacaklardı. Biz işimizi yaptık, teslim ettik, bir türlü ödeme yapmıyorlardı. Şunu da yapın bunu da yapın gibi ek taleplerle geliyorlardı. Daha fazla dayanamadım, ekibi projeden çekiyorum dedim. Aman dediler, işimiz aksar. Kusura bakmayın dedim, maaşları ödemek zorundayım. Ertesi gün para ödendi. İşini doğru yaptıktan sonra dik durursan karşılığını aldığını öğrenmiş oldum.

Bu da bize ders oldu

Bir gün beni İngiltere Procter&Gamble’dan aradılar. Parfüm şişelerini robotlara doldurtmak istiyorlarmış. Bir makalemizi görmüşler. Yüzeyi ısıtıp termal kamera ile baktığımız bir teknolojimiz vardı. “Sizin teknoloji burada uygulanabilir mi?” dediler. “Örnek gönderin” dedim. Bana 3 kutu parfüm şişesi yolladılar. Denedik ve başarılı oldu. Tamam dediler, biz bunu hayata geçireceğiz. Çok heyecanlandık tabii. P&G gibi bir dünya devi bizim teknolojimizi kullanacak. Derken bir gün bize bir gizlilik sözleşmesi gönderdiler. Sözleşme tek taraflıydı. Yani biz P&G’nin bilgisini kimseye vermeyeceğiz şeklindeydi. Ben dedim ki, “Teknoloji bizim, bunun çift tarafl ı olması lazım.” O gün bütün iletişim koptu. Hiçbir e-postamıza, telefonumuza yanıt alamadık. Meğer böyle çift tarafl ı bir sözleşme yapmazlarmış. Yani devler ile iş yapacaksanız onların kurallarını kabul edeceksiniz… Bu da bize bir ders oldu.

Kaynak URL