İbrahim Yıldırım: Ne oda ne masa ‘Basit bir kareli defter de yeter’

Faruk ŞÜYÜN

Bir yazarın çalışma masası, onun aynasıdır diye düşünürüm. Seçtiği masa, üzerine koyduğu objeler onun kişiliği hakkında bilgi verir, hayatıyla ilgili ipuçları taşır. Bu saikle yola çıktığım “Yazar Masaları” söyleşilerini uzun bir süredir sürdürüyorum. Yazı masası başında buluştuğumuz çoğu kadim dostum birçok yazarla ilgili o zamana dek bilmediğim şeyleri bu sohbetlerde öğrendim. Sevgili İbrahim Yıldırım’ı arayıp konseptimizi anlatarak “fotoğrafçı arkadaşımla gelip masanı ve seni çekeceğiz” dediğimde deyim yerindeyse “hık mık” etti. Biraz üsteleyince “önerine bin dereden su getirip -özellikle fotoğraf çekiminden- kaçınmamın nedeni; benim çalışma odamın dolayısıyla özel bir yazı masamın olmaması” dedi ve “aslında ilk başlarda vardı, ama çocuklar büyüdükçe o mekânları terk etmek zorunda kaldım: Daktilolar taşınır araçlar olduğundan, yıllarca evin her köşesinde yazdım” diye devam etti.

Ama önünde sonunda daktilosunu koyacak bir yere ihtiyacı yok muydu?

Neredeyse 40 yılımı verdiğim reklamcılık sayesinde ev dışında da yazma olanağı buldum. Örneğin, ilk kitabım Bir Cinayetin Ekonomisi’nin bazı bölümlerini, bir ajansın dört yazarın konuşlandığı 12 kişilik yemek masasından biraz büyük odasında yazdım… Kuşevi’nin Efendisi’ni bir başka kuruluşun separatörle benim için şahsileştirilmiş bölümünde; Bıçkın ve Orta Halli’yi ise bambaşka bir iletişim grubunun uçsuz bucaksız odasının 12 kişinin ferah ferah yemek yiyebileceği masasında tamamladım.

Peki, emekli olduğunda nasıl bir çözüm bulmuştu?

O dönemde artık daktilo kullanmadığımdan, ev içi seyyar yazarlığım sona erdi: Masaüstü bilgisayarım ile mutfağa mevzilendim. Ama sakın Oktay Rifat’a benzemeye çalıştığım sanılmasın; ben mutfağı yarı zamanlı yazı odası olarak kullanıyorum. Oysa Oktay Rifat’ın mutfağı özellikle tercih ettiğini bir belgeselde öğrenmiş ve Enver Ercan’ın Türkçenin Dudaklarısın Sen’deki dizelerini hatırlamıştım: “rivayet odur ki/ karısını çok sevdiğinden/ mutfaktaymış çalışma masası/ masada kalem kâğıt, daktilo ve / Eluard’ın iyice yıpranmış Fransızca toplu şiirleri.”

Bana gelince, karımı çok sevmeme karşın, onun yemek yapmadığı zamanları kollamak zorundayım. Kısacası 04’ten kahvaltı vaktine kadar mutfakta çalışma olanağına sahibim. Kahvaltı faslı bitip el ayak çekilince bilgisayarın klavyesiyle bir süre daha mücadele etmem mümkün oluyor…

Ya diğer zamanlar?

Öğleden sonraları sadece okuyor, not alıyorum. Kitaplara ulaşma konusunda zorluk çektiğimi söyleyemem; zira, bütün odalarda var. Ara sıra dergileri taşımak zorunda kaldığım çatı katı benzeri yeri de ziyaret ederim; yani bir anlamda seyyar okurum.

Reklamcılık yaparken de çalışmaya çok erken başlardım; kampanya metinlerini 04’ten itibaren dört saat boyunca evde yazar, işe telaşsız giderdim. Böylece gün içinde yazılarıma ayıracak bir iki saatim olurdu. Çalıştığım işyerini zaman konusunda istismar etmediğim için gönlüm tabii ki rahattı.

Bütün konuklarıma masalarındaki objeleri soruyorum ya âdet yerini bulsun:

Bir defter ve bir kalem, hepsi bu! Kalp ameliyatından sonra sigarayı bıraktığım için kül tablası, çakmak da yok. Ama sabah saatlerinde masam üç canlıyı ağırlar: Bu konuklardan biri akşamları benimle uykuya yatan, sabahın köründe benimle birlikte uyanan, kimi zaman klavyenin üzerine uzanıveren kedim Aşil… Diğer ikisi ise karı koca kumrular: Bu çift, Aşil’e ve bana öyle alıştı ki, bulgur tanelerine ulaşmak için içeri girmekten hiç mi hiç çekinmiyorlar…

Mutfak masasının bir başka iyi yanı ise, pencerenin kiraz, nar, maltaeriğinin yanı sıra bu yıl ilk meyvelerini veren şeftali ağacına açılması ve bana bu çok renkli bahçeyle hoşbeş etme olanağı tanıması… Son romanım Dünbatımı Defterleri’ni işte böyle bir ortamda yazdım.

Belki bir müzikçalar vardır bir yerlerde:

Dünbatımı Defterleri’nde metin gereği bahçeye baka baka durmadan Deep Purple’ın April uzun çalarını ve Procol Harum’un Whiter Shade Of Pale 45’liğini dinledim… Evet yazarken metne uygun olduğunu düşündüğüm besteleri, şarkıları dinlerim, çünkü müzik benim uyarıcımdır. Örneğin, Nişantaşı Suare’yi yazarken, o semtin bânisi olan Abdülmecid’in kardeşi Abdülaziz’in bestesi La Gondelle Barcorell’ü defalarca dinlemiş; Madam Samatya’da ise tercihim Jean – Baptiste Lully’nin Marche Pour la Ceremonie des Turcs, yani Türk Marşı olmuştu. O marşın sabah alacasında yaprakların arasında süzülüp bahçeye yayılıvermesi beni her defasında etkilemiş; dolayısıyla Madam Samatya’nın finalinde okurlardan besteyi dinlemelerini istemiştim.

Hüznengiz Bir Arabesk’e gelince, bu romanı yazarken Itrî’nin Segâh Mevlevi Âyin-i Şerîfi’ne ve Kudsi Ergüner’in ney taksimlerine kulak vermiştim. O romana ayrıca, Şevki Bey’in Kış Geldi Firak Açmadadır Sineme bestesi; Abdullah Yüce’nin Hiç mi Gülmeyecek Benim de Yüzüm şarkısı; Eypio & Burak King’in Günah Benim adlı rap parçası da sızmıştı.

Yazarların esinlenmek için bazı yöntemlere başvurdukları bilinir. Örneğin Schiller, masasının çekmecesine bir elma koyar, çürüyüp koku yaymaya başladığında yazmak için uyarılırmış… Böyle bir eğilimin var mı?

Müziğin dışında böyle törensi eğilimlerim hiç olmadı. Aslında – ne oda ne de masa- Egemen Berköz’ün Basit Bir Yalnızlık da Yeterdi şiirinin ilk dizesi benim için en uygun olanıdır:

‘Basit bir kareli defter de yeterdi.’

Kaynak URL